Engin
Erkiner
Bu yazıda
geçen yıl yazdığım yazıda sorduğum soruyu cevaplandırmaya çalışacağım:
Acilciler neden bu kadar tanınmış bir örgüt oldu?
Belirlemeyi
açmak gerek. 1975-80 döneminde devrimci hareketin büyük örgütlerinden birisi
değildik; küçük ile orta büyüklük arasındaki bir örgüttük. 12 Eylül öncesi ve
sonrasında yaklaşık 2000 kişi yargılandığına göre, kitlesel olarak bu büyüklükte
olmamız gerekir.
Genel
özellikler olarak bakıldığında o dönemki devrimci hareketin zaafları bizde de
mevcuttu, başka türlüsünü düşünmek mümkün değildir. Bu ortalamadan ayrılan
yönlerimiz vardı ve tanınmışlığı sağlayan da bu olsa gerektir. Başka bir
deyişle tek özellik sayılamaz, değişik ağırlıklardaki özelliklerin bir araya
gelmesi bu sonucu ortaya çıkarmıştır.
Değerlendirmeye
o dönemden başlayalım: 1975-80 döneminde adımız gerçek varlığımızın oldukça
üzerindeydi. Neden böyleydi?
Bu durum
sadece bize özgü değildi, öncelikle bunu belirtmek gerekir.
Kenan
Evren’in açıklamalarında da görüldüğü gibi, 12 Eylül rejimi, devrimci hareketi
fazla abartmıştı. İki örnek vermek gerekirse, Devrimci Yol ve DİSK’i çok
abartmıştı. Darbenin ardından duruma bu kadar çabuk hakim olabileceklerini
düşünmemişlerdi. Önemli bir direniş ve çatışma olacağını tahmin etmişlerdi, ama
olmamıştı. Devrimci Yol’un merkez yönetimi hep birlikte aynı evde yakalanmış,
aranan DİSK temsilcileri ise savcılıklar önünde kuyruğa girerek teslim
olmuşlardı.
Gerçekte
olduğunun hayli üzerinde değerlendirilmek sadece bizim için değil, herkes için
söz konusuydu.
Bu ortak
temel üzerindeki ayıcı özelliklerimiz olarak ise şunlar belirtilebilir:
Birincisi; teorik
yetkinliktir. Türkiye Devriminin Acil Sorunları (TDAS) o kadar tanınmıştı ki,
bir harekete adını vermişti. Bu broşürün yazılmasının üzerinden 40 yıl
geçtikten sonra bile hâlâ okunmaya değer bulunması, önemlidir. O dönemde
eleştiri denilemeyecek derecede düzeysiz tepkilerle karşılaşıldı.
“Türkiye
Devriminin Acil Sorunları Hakkında Birkaç Söz” yazısı, TDAS’ın etkisine
karşı Devrimci Yol’dan arkadaşlar tarafından yazılmıştı. O dönem duyduğum
kadarıyla yazarı Nasuh Mitap’tı.
Devrimci
Yol külliyatını yayına hazır duruma getiren ve internette yayınlayan
arkadaşlar, bu yazıyı da yayınlananlar arasına koymuşlar ve iyi bir iş
yapmışlar… Bu yazıyı okuyarak TDAS’ın karşısındaki düzeyi daha iyi
anlayabilirsiniz.
Bu yazıya
cevap olarak yazılan “Eleştiriler Üzerine” başlıklı yazıyı (1976 yılı kış
aylarında yazmıştım) metin olarak elimizde bulunmuyor. TDAS’ın İkinci Baskıya
Önsöz’ü bir oranda bu yazıyı da içerir ama keşke bulabilsek de tam metni
yayınlayabilsek. Şunu da belirtmek gerekir; gerek DY’un yazısı ve gerekse de
yazılan cevap o döneme ait yazılardır, bunlardan bugüne ait sonuçlar
çıkarılamaz. TDAS kadar kalıcı olamamışlardır, döneme aittirler, fazlası değil…
Acilciler’in
o dönemki devrimci hareketin en büyük örgütü DY için taşıdığı önem konusunda
anılara bakmak yararlıdır. Oğuzhan Müftüoğlu ile yapılanın yanı sıra
Tarihle Söyleşiler kitabında yer alan söyleşilerde de, DY’nin o dönemde önde
gelen kişileri, tarihi anlatırlarken Acilciler’den söz etmek gereğini de
duyuyorlar. Bizim için iyi şeyler söylemiyorlar, zaten başka türlüsü de beklenemezdi,
ama kendilerini rahatsız eden bir örgüt olduğumuz da açık olarak görülüyor.
Devrimci
Yol’u Kurtuluş’un ve Acilciler’in fazla rahatsız ettiği biliniyor. Biri sağdan
rahatsız ediyordu, diğeri soldan. “THKP-C’nin görüşlerini savunuyorsan, gereğini
yapmalısın!..”, biz böyle diyorduk.
DY ile
sürtüşme Ankara ve İstanbul ile sınırlı kalmadı, örgütlenmemizin bulunduğu 15
kadar kentin yanısıra hiç bulunmadığımız bölgelere bile yansıdı. Tanınmış bir
örgüt olmamızda DY’un payının bulunduğunu belirtmek gerekir. Hiçbir zaman
olmadığımız yerleşim birimlerinde bile insanlar, Acilciler adlı bir örgütün
bulunduğunu duymuştu.
Bunu,
PKK’nin önceli olan Ulusal Kurtuluş Ordusu (UKO) militanlarının kendilerini
“Kürdistan’ın Acilcileri” olarak değerlendirmesinde de görebiliriz.
İkincisi:
1971-72’deki THKP-C’den sonra, o görüşlerin kendimize özgü yorumu
doğrultusunda, ilk silahlı çıkış yapan örgüt olmamızın da fazlasıyla
tanınmamızda rolü bulunuyor. Devrimci hareket, 1970’deki gibi esas olarak büyük
kentlerle sınırlı değildi; bulunmadığı yerleşim birimi yok denecek kadar azdı.
Biz de –hatırlayabildiğim kadarıyla- 15 kadar kentte örgütlüydük. Küçük
yerleşim birimlerinin sayısını ben de bilmiyorum. Başka bir deyişle, İstanbul
ve İzmir ile sınırlı kalmış MLSPB ve Eylem Birliği’nin aksine hayli yaygındık.
Ek
olarak, toplam kitle olarak dikkate alınırsa, Devrimci Sol bizden daha
kitleseldi ama biz daha yaygındık.
Bu durum
büyük kentlerde yapılan her eylemin taşrada bize mal edilmesi sonucunu
getiriyordu. Isparta hapishanesindeyken duyduklarımdan biliyorum. İstanbul’da
yapılan her silahlı eylem Isparta’da bize mal ediliyordu. İlgimiz yoktu, eyleme
sahip de çıkmamıştık, ama seni dinleyen kim. Bu örneğin Isparta ile sınırlı
olduğunu sanmıyorum. Yaygın örgütlenmenin yanı sıra hemen her yerde örgüt
adının biliniyor olması bu sonuca yol açıyordu.
Üçüncüsü: Bütün
devrimci örgütlerde kadınlar vardı ve önemli işler de yapıyorlardı. Lakin,
devrimci hareketin erkek özelliğine uygun olarak ön plana çıkmaları ve büyük
sorumluluklar taşımaları söz konusu değildi.
Bizde ise
tersi bir durum söz konusuydu: Belma, Hilal, Ömür, Gülay gibi bölge sorumlusu
kadınlar vardı ve bu özellik fazlasıyla dikkat çekiyordu. Bu durum İstanbul,
Ankara, Adana gibi büyük kentlerde söz konusuydu. Küçük yerlerdeki
örgütlenmelerde ise erkek özelliği ağır basıyordu. Oralarda da kadın yoldaşlar
vardı ama geri plandaydılar.
Dördüncüsü: Güncelin
içinde kaybolmadık, etkisi uzun sürecek işler de yaptık. Güncel işleri zorunlu
olarak yapmak zorundasınız ama bu tür işler gelir geçer, bir süre sonra
yapanlar tarafından bile hatırlanmayabilir. Beylerderesi, ikinci Kızıldere
olarak, günceli aşan bir özelliğe sahipti. İstanbul’da Intercontinental eylemi
keza öyle.
1975-1980
döneminde çok yazı yazıldı ama TDAS’ın yeri ayrıdır.
Bunların
bileşkesi sorulan sorunun o döneme ait cevabı olarak verilebilir. O dönemin
üzerinden 35 yıl geçti. Çok şey doğal olarak unutuldu ama, Acilciler için
aynısını söylemek mümkün değildir. Burada ek nedenler aranması gerekir.
Geçmişi
gelenek olarak kabul ederek, onunla öğünerek ve onun üzerine eklemeler yapmakla
yetinerek bir yere varılmaz. Varılabilseydi yıllardan beri bunu yapan çok
sayıda siyasi akımın en azından bazılarının başarılı olması gerekirdi.
35 yıl
uzun bir zaman ve dahası dünyada o kadar büyük değişiklikler oldu ki, eskiyi
değerlendirip yapılmış olan hatalardan ders çıkartarak devam etmek artık mümkün
değildir. Bugün, kuşkusuz geçmişle ilgilidir ama onun uzantısı değildir. Yeni
koşullara ilişkin uygun tespitler yapılmadığı oranda, bugünü geçmişin uzantısı
olarak görmek ve bu yönde çabalamak sonuç vermeyecektir.
Devrimci
hareketin önemli eksiklerinden birisi, geçmişini objektif olarak
değerlendirememesidir. Geçmişe yönelik yazılanlara bakıldığında övgüden
geçilmiyor. “Geçmiş bu kadar iyi idiyse, 12 Eylül sonrasındaki bozgun nasıl
ortaya çıktı?..” sorusunun cevabı bulunmuyor. Dahası, soru sorulmuyor bile
denilebilir.
Acilciler
1988 yılında (bir görüşe göre 1991’de) örgüt olarak sona erdi.
2008-2013
yılları arasında örgüt çok sayıda kişinin şahitliğiyle kendi geçmişini bütün
yönleriyle ortaya koydu. Bu çaba solda büyük dikkat topladı ve yazılanlar
izlendi. Acilciler’in içlerine sızmış karanlık çeteyi ortaya çıkarmasının
sonuna gelindiğinde Reyhanlı katliamı oldu ve karanlık çeteyle ilişkisi
nedeniyle konu iyice ön plana çıktı.
Artık
bulunmayan bir örgütlenmenin eski insanları, sona ermesinden yıllar sonra
örgütün tarihini değerlendirdiler ve içindeki karanlık çeteyi ortaya
çıkardılar. Lazkiyeli Muhabarat ve çevresi olarak bilinen bu karanlık çete
soldan tasfiye oldu.
Yaptığımız
sadece bizi ilgilendirmiyordu. Evet, her örgütün geçmişini açık olarak
değerlendirmesi gerekiyordu ve bunu da açık olarak ilk kez biz yaptık, ama konu
bununla sınırlı olsaydı, esas olarak kendimizle ilgili iyi bir iş yapmış
olmanın ötesine geçilmezdi.
Bulunmayan
bir örgütün, Acilciler’in adını kullanarak devrimci hareket içinde örgütlenmeye
çalışan Muhabarat çetesine engel olduk. Reyhanlı katliamının da gösterdiği
gibi, bu katliamla devrimci hareket arasında herhangi bir bağlantı kurulamadı.
Eğer bu çetenin işledikleri sol içi cinayetlere, casusluk faaliyetine ve öteki
pis işlere yönelik 2008-2013 yılları arasındaki açık yürütülen faaliyet
olmasaydı, bu bağlantı pekala kurulabilirdi. Durum o kadar açıktı ki, bu
bağlantı yalan düzeyinde bile kurulamadı, çünkü hiç inandırıcı olmazdı.
Konu,
Acilciler’in kendi geçmişlerini değerlendirmesinin ötesinde bir öneme sahip
oldu.
Devrimci
hareket, haklı olarak, başarıya aç durumda ve biz de girdiğimiz işte
tahminimizin üzerinde başarılı olduk.
Yüksel
Eriş ile ilgili bölüme geleyim.
Yüksel
ile ilişkisi olan Karadeniz bölgesindeki arkadaşların bu ilişkilerini yazmaları
gerekir. Bilinmedik konular değiller, keza Trabzon’da Yüksel’in ölümüyle
sonuçlanan patlamanın nasıl olduğunu da biliyoruz, ama o anı yaşayan kişinin
doğrudan anlatımının eksikliğini yine de hissediyoruz.
Samsun’da
Trabzon’da Rize’de o dönem Yüksel ile ilişkisi bulunanların anlatımlarını
bekliyoruz. Bunlar eksiktir, tamamlanmaları gerekir. Evet, hiç bilinmeyen
konular değiller ama doğrudan içinde olanların anlatması başka bir şeydir.
Yüksel
Eriş’i kimse hatırlamazdı. Neden hatırlasın? Herhangi bir yazısı bulunmuyor ve
hayatını çatışmada kaybetmedi. Bu durumda 1975-1980 döneminde hayatını kaybeden
çok sayıda devrimcinin isimleri arasında kaybolması kaçınılmazdı.
http://yukseleris.blogspot.com blogunun ilgi
görmesinin nedeni, Acilciler’in adının 2007 sonrasında güncelleşmesi ve
Yüksel’in de bu örgütün kurucusu üç kişiden birisi olarak ilgi toplamasıdır.
Aksi durumda idam edilenlerin adlarının bile giderek unutulduğu bir ortamda
Yüksel neden hatırlansın?
Yüksel’in
adı solun tarihiyle ilgili araştırmalara da Acilciler’in üç kurucusundan birisi
olarak geçmiş durumdadır. Geriye kalanı tamamlamak, geçmişte onunla doğrudan
ilişki içinde bulunan ama bu konuda herhangi bir şey yazmamış olanlara
kalıyor.