38 YIL SONRA YÜKSEL ERİŞ

Engin Erkiner


Bu yazıda geçen yıl yazdığım yazıda sorduğum soruyu cevaplandırmaya çalışacağım: Acilciler neden bu kadar tanınmış bir örgüt oldu?

Belirlemeyi açmak gerek. 1975-80 döneminde devrimci hareketin büyük örgütlerinden birisi değildik; küçük ile orta büyüklük arasındaki bir örgüttük. 12 Eylül öncesi ve sonrasında yaklaşık 2000 kişi yargılandığına göre, kitlesel olarak bu büyüklükte olmamız gerekir. 

Genel özellikler olarak bakıldığında o dönemki devrimci hareketin zaafları bizde de mevcuttu, başka türlüsünü düşünmek mümkün değildir. Bu ortalamadan ayrılan yönlerimiz vardı ve tanınmışlığı sağlayan da bu olsa gerektir. Başka bir deyişle tek özellik sayılamaz, değişik ağırlıklardaki özelliklerin bir araya gelmesi bu sonucu ortaya çıkarmıştır.

Değerlendirmeye o dönemden başlayalım: 1975-80 döneminde adımız gerçek varlığımızın oldukça üzerindeydi. Neden böyleydi?

Bu durum sadece bize özgü değildi, öncelikle bunu belirtmek gerekir.

Kenan Evren’in açıklamalarında da görüldüğü gibi, 12 Eylül rejimi, devrimci hareketi fazla abartmıştı. İki örnek vermek gerekirse, Devrimci Yol ve DİSK’i çok abartmıştı. Darbenin ardından duruma bu kadar çabuk hakim olabileceklerini düşünmemişlerdi. Önemli bir direniş ve çatışma olacağını tahmin etmişlerdi, ama olmamıştı. Devrimci Yol’un merkez yönetimi hep birlikte aynı evde yakalanmış, aranan DİSK temsilcileri ise savcılıklar önünde kuyruğa girerek teslim olmuşlardı. 

Gerçekte olduğunun hayli üzerinde değerlendirilmek sadece bizim için değil, herkes için söz konusuydu.

Bu ortak temel üzerindeki ayıcı özelliklerimiz olarak ise şunlar belirtilebilir:

Birincisi; teorik yetkinliktir. Türkiye Devriminin Acil Sorunları (TDAS) o kadar tanınmıştı ki, bir harekete adını vermişti. Bu broşürün yazılmasının üzerinden 40 yıl geçtikten sonra bile hâlâ okunmaya değer bulunması, önemlidir. O dönemde eleştiri denilemeyecek derecede düzeysiz tepkilerle karşılaşıldı.

“Türkiye Devriminin Acil Sorunları Hakkında Birkaç Söz”  yazısı, TDAS’ın etkisine karşı Devrimci Yol’dan arkadaşlar tarafından yazılmıştı. O dönem duyduğum kadarıyla yazarı Nasuh Mitap’tı.

Devrimci Yol külliyatını yayına hazır duruma getiren ve internette yayınlayan arkadaşlar, bu yazıyı da yayınlananlar arasına koymuşlar ve iyi bir iş yapmışlar… Bu yazıyı okuyarak TDAS’ın karşısındaki düzeyi daha iyi anlayabilirsiniz.

Bu yazıya cevap olarak yazılan “Eleştiriler Üzerine” başlıklı yazıyı (1976 yılı kış aylarında yazmıştım) metin olarak elimizde bulunmuyor. TDAS’ın İkinci Baskıya Önsöz’ü bir oranda bu yazıyı da içerir ama keşke bulabilsek de tam metni yayınlayabilsek. Şunu da belirtmek gerekir; gerek DY’un yazısı ve gerekse de yazılan cevap o döneme ait yazılardır, bunlardan bugüne ait sonuçlar çıkarılamaz. TDAS kadar kalıcı olamamışlardır, döneme aittirler, fazlası değil…

Acilciler’in o dönemki devrimci hareketin en büyük örgütü DY için taşıdığı önem konusunda anılara bakmak yararlıdır. Oğuzhan Müftüoğlu ile yapılanın yanı sıra  Tarihle Söyleşiler kitabında yer alan söyleşilerde de, DY’nin o dönemde önde gelen kişileri, tarihi anlatırlarken Acilciler’den söz etmek gereğini de duyuyorlar. Bizim için iyi şeyler söylemiyorlar, zaten başka türlüsü de beklenemezdi, ama kendilerini rahatsız eden bir örgüt olduğumuz da açık olarak görülüyor.

Devrimci Yol’u Kurtuluş’un ve Acilciler’in fazla rahatsız ettiği biliniyor. Biri sağdan rahatsız ediyordu, diğeri soldan. “THKP-C’nin görüşlerini savunuyorsan, gereğini yapmalısın!..”, biz böyle diyorduk.

DY ile sürtüşme Ankara ve İstanbul ile sınırlı kalmadı, örgütlenmemizin bulunduğu 15 kadar kentin yanısıra hiç bulunmadığımız bölgelere bile yansıdı. Tanınmış bir örgüt olmamızda DY’un payının bulunduğunu belirtmek gerekir. Hiçbir zaman olmadığımız yerleşim birimlerinde bile insanlar, Acilciler adlı bir örgütün bulunduğunu duymuştu.

Bunu, PKK’nin önceli olan Ulusal Kurtuluş Ordusu (UKO) militanlarının kendilerini “Kürdistan’ın Acilcileri” olarak değerlendirmesinde de görebiliriz. 

İkincisi: 1971-72’deki THKP-C’den sonra, o görüşlerin kendimize özgü yorumu doğrultusunda, ilk silahlı çıkış yapan örgüt olmamızın da fazlasıyla tanınmamızda rolü bulunuyor. Devrimci hareket, 1970’deki gibi esas olarak büyük kentlerle sınırlı değildi; bulunmadığı yerleşim birimi yok denecek kadar azdı. Biz de –hatırlayabildiğim kadarıyla- 15 kadar kentte örgütlüydük. Küçük yerleşim birimlerinin sayısını ben de bilmiyorum. Başka bir deyişle, İstanbul ve İzmir ile sınırlı kalmış MLSPB ve Eylem Birliği’nin aksine hayli yaygındık.

Ek olarak, toplam kitle olarak dikkate alınırsa, Devrimci Sol bizden daha kitleseldi ama biz daha yaygındık. 

Bu durum büyük kentlerde yapılan her eylemin taşrada bize mal edilmesi sonucunu getiriyordu. Isparta hapishanesindeyken duyduklarımdan biliyorum. İstanbul’da yapılan her silahlı eylem Isparta’da bize mal ediliyordu. İlgimiz yoktu, eyleme sahip de çıkmamıştık, ama seni dinleyen kim. Bu örneğin Isparta ile sınırlı olduğunu sanmıyorum. Yaygın örgütlenmenin yanı sıra hemen her yerde örgüt adının biliniyor olması bu sonuca yol açıyordu.

Üçüncüsü: Bütün devrimci örgütlerde kadınlar vardı ve önemli işler de yapıyorlardı. Lakin, devrimci hareketin erkek özelliğine uygun olarak ön plana çıkmaları ve büyük sorumluluklar taşımaları söz konusu değildi. 

Bizde ise tersi bir durum söz konusuydu: Belma, Hilal, Ömür, Gülay gibi bölge sorumlusu kadınlar vardı ve bu özellik fazlasıyla dikkat çekiyordu. Bu durum İstanbul, Ankara, Adana gibi büyük kentlerde söz konusuydu. Küçük yerlerdeki örgütlenmelerde ise erkek özelliği ağır basıyordu. Oralarda da kadın yoldaşlar vardı ama geri plandaydılar.

Dördüncüsü: Güncelin içinde kaybolmadık, etkisi uzun sürecek işler de yaptık. Güncel işleri zorunlu olarak yapmak zorundasınız ama bu tür işler gelir geçer, bir süre sonra yapanlar tarafından bile hatırlanmayabilir. Beylerderesi, ikinci Kızıldere olarak, günceli aşan bir özelliğe sahipti. İstanbul’da Intercontinental eylemi keza öyle.

1975-1980 döneminde çok yazı yazıldı ama TDAS’ın yeri ayrıdır. 

Bunların bileşkesi sorulan sorunun o döneme ait cevabı olarak verilebilir. O dönemin üzerinden 35 yıl geçti. Çok şey doğal olarak unutuldu ama, Acilciler için aynısını söylemek mümkün değildir. Burada ek nedenler aranması gerekir.

Geçmişi gelenek olarak kabul ederek, onunla öğünerek ve onun üzerine eklemeler yapmakla yetinerek bir yere varılmaz. Varılabilseydi yıllardan beri bunu yapan çok sayıda siyasi akımın en azından bazılarının başarılı olması gerekirdi. 

35 yıl uzun bir zaman ve dahası dünyada o kadar büyük değişiklikler oldu ki, eskiyi değerlendirip yapılmış olan hatalardan ders çıkartarak devam etmek artık mümkün değildir. Bugün, kuşkusuz geçmişle ilgilidir ama onun uzantısı değildir. Yeni koşullara ilişkin uygun tespitler yapılmadığı oranda, bugünü geçmişin uzantısı olarak görmek ve bu yönde çabalamak sonuç vermeyecektir.

Devrimci hareketin önemli eksiklerinden birisi, geçmişini objektif olarak değerlendirememesidir. Geçmişe yönelik yazılanlara bakıldığında övgüden geçilmiyor. “Geçmiş bu kadar iyi idiyse, 12 Eylül sonrasındaki bozgun nasıl ortaya çıktı?..” sorusunun cevabı bulunmuyor. Dahası, soru sorulmuyor bile denilebilir.

Acilciler 1988 yılında (bir görüşe göre 1991’de) örgüt olarak sona erdi. 

2008-2013 yılları arasında örgüt çok sayıda kişinin şahitliğiyle kendi geçmişini bütün yönleriyle ortaya koydu. Bu çaba solda büyük dikkat topladı ve yazılanlar izlendi. Acilciler’in içlerine sızmış karanlık çeteyi ortaya çıkarmasının sonuna gelindiğinde Reyhanlı katliamı oldu ve karanlık çeteyle ilişkisi nedeniyle konu iyice ön plana çıktı. 

Artık bulunmayan bir örgütlenmenin eski insanları, sona ermesinden yıllar sonra örgütün tarihini değerlendirdiler ve içindeki karanlık çeteyi ortaya çıkardılar. Lazkiyeli Muhabarat ve çevresi olarak bilinen bu karanlık çete soldan tasfiye oldu.

Yaptığımız sadece bizi ilgilendirmiyordu. Evet, her örgütün geçmişini açık olarak değerlendirmesi gerekiyordu ve bunu da açık olarak ilk kez biz yaptık, ama konu bununla sınırlı olsaydı, esas olarak kendimizle ilgili iyi bir iş yapmış olmanın ötesine geçilmezdi.

Bulunmayan bir örgütün, Acilciler’in adını kullanarak devrimci hareket içinde örgütlenmeye çalışan Muhabarat çetesine engel olduk. Reyhanlı katliamının da gösterdiği gibi, bu katliamla devrimci hareket arasında herhangi bir bağlantı kurulamadı. Eğer bu çetenin işledikleri sol içi cinayetlere, casusluk faaliyetine ve öteki pis işlere yönelik 2008-2013 yılları arasındaki açık yürütülen faaliyet olmasaydı, bu bağlantı pekala kurulabilirdi. Durum o kadar açıktı ki, bu bağlantı yalan düzeyinde bile kurulamadı, çünkü hiç inandırıcı olmazdı. 

Konu, Acilciler’in kendi geçmişlerini değerlendirmesinin ötesinde bir öneme sahip oldu.

Devrimci hareket, haklı olarak, başarıya aç durumda ve biz de girdiğimiz işte tahminimizin üzerinde başarılı olduk. 

Yüksel Eriş ile ilgili bölüme geleyim.

Yüksel ile ilişkisi olan Karadeniz bölgesindeki arkadaşların bu ilişkilerini yazmaları gerekir. Bilinmedik konular değiller, keza Trabzon’da Yüksel’in ölümüyle sonuçlanan patlamanın nasıl olduğunu da biliyoruz, ama o anı yaşayan kişinin doğrudan anlatımının eksikliğini yine de hissediyoruz.

Samsun’da Trabzon’da Rize’de o dönem Yüksel ile ilişkisi bulunanların anlatımlarını bekliyoruz. Bunlar eksiktir, tamamlanmaları gerekir. Evet, hiç bilinmeyen konular değiller ama doğrudan içinde olanların anlatması başka bir şeydir.

Yüksel Eriş’i kimse hatırlamazdı. Neden hatırlasın? Herhangi bir yazısı bulunmuyor ve hayatını çatışmada kaybetmedi. Bu durumda 1975-1980 döneminde hayatını kaybeden çok sayıda devrimcinin isimleri arasında kaybolması kaçınılmazdı.

http://yukseleris.blogspot.com blogunun ilgi görmesinin nedeni, Acilciler’in adının 2007 sonrasında güncelleşmesi ve Yüksel’in de bu örgütün kurucusu üç kişiden birisi olarak ilgi toplamasıdır. Aksi durumda idam edilenlerin adlarının bile giderek unutulduğu bir ortamda Yüksel neden hatırlansın?

Yüksel’in adı solun tarihiyle ilgili araştırmalara da Acilciler’in üç kurucusundan birisi olarak geçmiş durumdadır. Geriye kalanı tamamlamak, geçmişte onunla doğrudan ilişki içinde bulunan ama bu konuda herhangi bir şey yazmamış olanlara kalıyor.