Cahit Çelik
Türk geleneğine göre, bir yiğit yanına kırk
arkadaş alırsa, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı kazanırmış. Ayrı devlet kurma
hakkı kazanan yiğit, içeride kardeş kanı akıtmazmış. Sınır boylarında bir yere
gider ve kırk yoldaşıyla birlikte ant içip komşuya saldırırmış. Ele geçirdiği
yerde yörede kendi adına devlet kurarmış. Sırtını geldiği toprağa dayarmış.
Yüksel’in ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı vardı,
arkadaşları da her şeyi göze almışlardı, ama hücum edilecek komşu toprağı
yoktu. Daha önemlisi, kendi ülkesi yabancı köleci boyunduruğu altına girmişti.
Öyle ise, yabancı köleci boyunduruğunu kırmak için, önce ahalinin gözünü
açmalıydı. Yalanı yanlışı açığa çıkarmalıydı, dostu düşmanı ayırmalıydı, şaşkını
düşkünü uyarmalıydı, hainin hırsızın kuyruğuna basmalıydı. İşte o yüzden, müzik
öğretmenliği görevini yaparken devrimciliğe dört elle sarıldı.
1975'in başında “becayiş” (anlaşarak karşılıklı
yer değiştirme) yaptım. Yanında ovası dağı yaylası olan bir köye atandım. Aynı
yılın mayıs veya haziran ayında birgün Yüksel çıktı geldi. Annem babam ve iki
kardeşim yanımdaydı, onlar da çok sevindi. O gece vatanı milleti kurtardıktan
sonra sabaha karşı uyuduk. Yüksel’le babamın sesine uyandım. Annem babam ve
Yüksel evin önünde oturmuş çay içiyorlar, söyleşip gülüşüyorlardı. Vardım
yanlarına, baktım yerde iki kınalı keklik cansız yatıyor. Yüksel daha gelir gelmez
köyde keklik sesi duymuş, babama “Bunlar bizi çağırıyor!..” demiş. Babam kaş
göz etmiş. Hazırlık yapmışlar. Komşudan tek kırma tüfek ve iki fişek almışlar.
Erkenden iki avcı bir tüfekle ava gitmişler. İlk atışı babam yapmış, bir keklik
vurmuş. İkinci atışı Yüksel yapmış, bir keklik daha vurulmuş. Bu kadar yeter, demişler.
İyi ki komşu fişekliği vermedi, yoksa dağda keklik kalmayacaktı, diye
sevinmişler. Muhabbet bunun üzerineymiş.
Daha sonra, Yüksel bir daha geldi. Bu defa köyde
yalnızdım. Dışardan bir öğretmen arkadaşım daha gelmişti. Köydeki öğretmen
arkadaşım da geldi. Olduk dört öğretmen. Köyden bir oğlak bulduk. Oğlağı
kestirip yüzdürdük. Ekmek tuz soğan domates biber patlıcan aldık. Yaylaya doğru
tırmandık. Yaylanın altında, Ağdere diye bir yer var. Ağdere'nin ağzında ufacık
bir eşme var. Eşmenin başında ateşi yaktık. Közde kızartma külbastı yaptık.
Arada bir eşmeden su içtik. Su içtikçe acıktık. Ufacık minicik bir şeycik daha
kızarttık. Bir de baktık ki, oğlak bitmiş. Dört öğretmen bir oğlağı bir
oturuşta yemiş.
Karnımız doyunca canımız sıkıldı. Yüksel çıkardı
tabancayı. On adımdan üçer beşer atış yaptık. Yüksel’le ben “Beş atışta üç
isabet!..” yaparak herkesi geride bıraktık. Yüksel’le ben “birinci olduğumuz
için” önde, diğerleri arkada yaylaya çıktık. Baktık yaylada bir çoban, çobanın
yanında bir sürü, sürünün yanında bir çeşme, çeşmenin başında bir tas. Biz tasa
bakınca, çoban su içeceğimizi anladı. “İçmeyin, bu su karın ağrısı yapar, ayran
var, ayran için!..” dedi. Çobanı dinlemedik, ayran içmedik, su içtik. İçmez
olaydık, karnımız ağrıdı. Çoban başladı gülmeye. “Gülme, çaresi varsa söyle,
yoksa!..” deyip, tabancayı gösterdik, şakacıktan. Çoban gülmeye devam etti,
“Ağdere’deki eşmeden başka çaresi yok!..” dedi. Koşarak oynaşarak Ağdere’ye
indik, eşmeden su içtik, yine acıktık. Ot çöp ne kalmışsa hepsini yedik
bitirdik.
Aklımız başımıza gelince, tabancayı çobana niçin
gösterdiğini sordum. Yüksel, “Hayat bir savaştır. Savaşta herkes elindeki
silahı kullanır. Elindeki silahı kullanmayan, aptal veya şaşkın değilse,
korkaktır. Tetiği çekmekle namluyu göstermek arasında fark yoktur. İkisi de
silahı kullanmaktır. Şimdi çoban bende silah olduğunu öğrendi. Silaha karşı
sopanın işe yaramadığını gördü. Bundan böyle çakalların kurtların karşısına
nasıl çıkması gerektiğini biliyor, bu bana yeter!..” dedi. “Doğru vallaa!..” dedik. Bir
saatte çıktığımız yerden, beş dakikada indik. Şimdi biz ne yapmış olduk?
Bir gelişinde sanat üzerine yoğunlaştık. Sınıf
savaşının dışında sanat ürünü olamayacağı sonucuna vardık. Tartışmayı
“İçeriksiz biçim olmaz!..” diyerek bitirdik. Zeybek müziğinin içeriğini ve
biçimini birlikte değerlendirdik. Vardığımız sonuç, ikimizi de şaşırttı. Zeybek
müziğinde, yalvarmanın yakarmanın dinciliğin dilenciliğin zalimliğin zorbalığın
izi tozu yoktur. Zeybek müziği, köleciliğe karşı direnişin beş bin yıllık
görkemli sesidir. Savaşta yitirilmiş yiğitler için yakılmış ağıtlar, şimdilerde
gurbet havası olmuş görünüyor. Teke zotlatması denilen eğlence müziği yaşamı
güzelleştiriyor. Köleciliğe karşı direnişin koltuk kabartan insancıl sesi,
ortada bel kemiği gibi duruyor. Müzikler mi oyunlaşmış, oyunlar mı müzik olmuş,
orası belli değil. Belli olan, zeybek müziği Anadolu toprağına kök salmıştır.
Köleciye karşı, köleden yana tavır almıştır. İşte biz bu damarın
devamıyız.
Sanat nedir? Bilenler bilgilerini tazelesin,
bilmeyenler okusun öğrensin. Görüntü gözlem izlenim mantık yeterli olsaydı,
soruya sorguya bilime gerek kalmazdı. Daha ilginç olanı, sanat da olmazdı. Büyüleyici
özelliği güzelliği olmayan, içine alıp başka bir yere götürmeyen, götürdüğü
sanal gerçeklik içinde beslemeyen, insanın ayağını yerden kesmeyen, iyi doğru
güzel gerçek olanı göstermeyen, yanılsama yaratmayan hiçbir şey sanat olamaz.
Politik Sanat üzerine okumuş yazmışların, hayatta neler olabileceği üzerine
azcık kafa yormuşların, bazen gözleriyle gördüğüne bile inanmaması gerekir.
Sanat büyücülük değildir, büyüleyiciliktir. Sanat ile igili yazılmış söylenmiş
ne varsa hepsinin özü özeti işte bu üç beş satırcık bilgidir.
Başka bir gelişinde ben evde yoktum. Açmış
kapıyı girmiş içeri. Önce su ısıtmış, banyo yapmış. Çay demleyip içmiş. Bakmış
bir ufacık saz yavrusu duvarın dibinde boynu bükük duruyor. Almış okşamış,
çalmaya başlamış. Ben geldiğimde zeybek çalıyordu. “Hoş geldiniz beyler!..”
dedim. Galiba aşka geldi, bir de yayla havası döşendi. Sarıldıktan koklaştıktan
sonra söz döndü dolaştı zeybek müziğine geldi. Zeybek müziğinin üç çalgısı
varmış, üçünün de sesi çok çıkarmış. Boylarının kısalığı taşıma kolaylığı
yaratırmış. Her şeyi toplumsal ayrışmanın çatışmanın ayrılmaz parçası olarak
görmeliymişim. Görmezsem, devrimci olamazmışım. Yani bela gelmiş çatmış, ye
yiyebilirsen. Benim yavru sazı aldı gitti, kırk yıllık arkadaşıymış gibi.
Yüksel her gelişinde, kimlerin nasıl bir gelişme
süreci içinde olduğunu anlatıyordu. İlker Akman’nın iki arkadaşıyla birlikte
öldürülmesi, Yüksel’i sertleştirdi. “Kızıldere ne ise, Beylerderesi de odur.
Ankara’da İstanbul’da İzmir’de, fıstık gibi kızların kucağında, sözde
devrimcilik yapanlar, olayı küçümseme yarışına girdi. Her biri bir pislik
üretiyor!..” dedi.
Yüksel işte böyle biriydi. Her geldiğinde bana
birkaç çivi çakar giderdi. Çaktığı çiviler de yenilir yutulur şeyler değildi.
Yüksel gittikten sonra bir hafta boyunca “Ben bununla bir daha konuşmam. Yanıma
yöreme yanaştırmam!..” derdim. İkinci hafta çivileri tartışmaya başlardım. Daha
sonra, Yüksel’in doğru söylemiş olduğuna inanırdım ve yeni çiviler için kendimi
hazırlardım.
Yüksel’in istediği zaman gidebileceği en az kırk
ev vardı. Ev sahibi evde olsun olmasın hiç farketmez, Yüksel kapıyı anahtarla
açar içeri girer kendini kardeşliğin kollarına atardı. Kendi evinin rahatlığını
gittiği her yerde yaşardı. Ama güvenlik nedeniyle arkadaşlarını birbiriyle
tanıştırmazdı. Bu satırların yazarı da, evinin anahtarını Yüksel’e
vermişlerden biridir. Ama diğer anahtar vermişlerin hiçbirini tanımaz. Yüksel’den
sonra da hiçbiriyle tanışmadı. Bundan sonrası belli olmaz.
Yüksel’in cenazesine giden tek arkadaşı benim.
Yüksel’i son yıkanışında gördüm ve ellerini ayaklarını yüzünü başını gövdesini yarasını
beresini dikkatle inceledim. Yüksel’in elinde bomba patlamış olamaz. İki elinde
on parmağı tırnağına tüyüne kadar yerli yerindeydi. Göğsünde ve yüzünde iki üç
santim boyunda bıçak kesiği gibi morartılar vardı. Sağ şakağında parmak izi
gibi bir morartı daha vardı. Bu morartı kurşun izi olabilir mi diye baktım,
çıkış belirtisi göremedim. İki bacağının dizden aşağı bölümünde ve ön yüzünde hafif
yanık izi vardı. Sağ ayağının ikinci parmağı tırnak boğumundan kopmuştu. Benim
buradan çıkardığım sonuç, Yüksel bağdaş kurup yerde oturuyormuş ve bomba
yapımına bakıyormuş. Yani bomba Yüksel'in elinde patlamamış.
Bomba patladığı zaman Yüksel’in yanında kim
varmış? Otuz yıl sonra övünmek için, Yener Okunoğlu “Yanımda ölen arkadaşım
Yüksel Eriş’in çok güzel bir sözü vardı!..” diye bir cümle yazı yazdı. Böylece
ikinci bombacı belli oldu. İşte şimdi, Yener Orkunoğlu’nun ellerine bakacağız.
Elleri varsa, ağzına bakacağız. Elleri yoksa, bombanın Yener Orkunoğlu’nun
elinde patladığını anlayacağız. “Yüksel yapıyordu, Yener tutuyordu!..” sözüne
açık olacağız.
Ben baktım, 1979’un yaz aylarında İstanbul
Aksaray’da TÖB-DER Şubesi’ne iki eli de protez olan biri gelmişti, kim olduğunu
sordum. “Avukat Cemil’in kardeşi!..” olduğunu öğrendim. Öyle ise, Yener’in
övünmek için ötmesini beklemeyeceğiz. “Arkadaşlığı yoldaşlığı insanlığı
olsaydı, Yüksel’in ailesini belirsizlik içinde bırakmazdı!..” diyeceğiz.
Yüksel Eriş şimdi İstanbul’da Feriköy
Mezarlığı’ında yan gelmiş yatıyor. Yüksel’in üç arkadaşı (Engin Erkiner, Mihrac
Ural, Rıza Salman), Yüksel’i sevgiyle saygıyla özlemle anıyor. İşte bu üç
kişinin öncülüğünde, internet ortamında sevimli bir hayalet dolaşıyor. Yüksel
Eriş denilen bu sevimli hayalet, bir gülüş gülümseyiş uyanış uyarış davranış
olarak ete kemiğe bürünmek istiyor. Bu görev benim boynumun borcu olarak ortaya
çıkıyor. Doğaldır ki, ben yalanla yanlışla uğraşırken, Yüksel Eriş bilinç ışığı
olarak süzülüp gelecek ve herkese bir merhaba diyecektir.
Meraklısı için, uyarıcı bir not düşeyim. Yüksel
Eriş beni ve “en yakın arkadaşını” bir gece aynı evde birimizi diğerine
göstermeden misafir etti. Uyku saati geldiğinde, başka seçenek olmadığı için,
daha önce hiç görmediğim ve adını bile bilmediğim diğer misafirle birlikte aynı
odada uyudum. Evden ayrılırken Yüksel’e “Arkadaşın dili yok galiba!..” dedim.
Yüksel “Ondaki dil senden fazladır!..” dedi. “Ben konuşmayan adamı sevmem, onu
da sevmedim, gözüm yok, almam!..” dedim. “İyi yaparsın, görüntüsünü bile alma!
Unutma, o benim en yakın arkadaşım!..” dedi. İşte o zaman, asık suratlı adamı
niçin benden sakladığını anladım.
Daha sonra, Yüksel öldü. Yüksel’den iki hafta
sonra ben akciğer kanaması geçirdim. Öldüm öldüm dirildim. Hastane’den
çıktıktan sonra her şeye kaldığı yerden devam ettim. Aralık 1979’da İstanbul’da
toplanan armutlardan biri de bendim. Selimiye’de bizi karşılayanlar arasında,
Yüksel’in “O benim en yakın arkadaşım!..” dediği kişiyi gördüm. Üzülsem mi,
sevinsem mi, bilemedim. Adının “Engin Erkiner” olduğunu orada öğrendim. Engin
Erkiner’le beş ay aynı hapisanede kaldık. Havadan sudan arpadan buğdaydan kavundan
karpuzdan her şeyden konuştuk. Ama o geceyi konuşmadık.
Yüksel’le Şubat 1971’de tanıştım. O zaman ben Perşembe
İlköğretmen Okulu’nda son sınıfta öğrenciydim. Yüksel de Ankara’da Gazi
Eğitim’in Müzik Bölümü’nde öğrenciydi. Hemen arkadaş olduk. Arkadaşlığımız
Feriköy Mezarlığı’na kadar devam etti. Yüksel Gazi Eğitim’i bitirip Aydın Ortaklar
İlköğretmen Okulu’na Müzik Öğretmeni olarak atandığında, ben Dinar’da TÖB-DER
Şube Sekreteri’ydim. Afyon Isparta Muğla ve Aydın’da ilerici devrimci
öğretmenlerin bazılarıyla arkadaşlık ilişkim vardı. Hemen ayağı toprağa bassın
diye, Yüksel’i Aydın Söke’deki arkadaşımla tanıştırdım.
Arkadaşım Yüksel’i beğenmedi, “Çok bilgiç!..”
dedi. Yüksel de benim arkadaşı beğenmedi, “Kitap kurdu olmuş!..” dedi. Sonra
ben bu ikisini bir daha buluşturdum. Birlikte yedik içtik söyleştik dertleştik.
Yüksel türkü söyledi, arkadaşım şiir okudu. Sonunda benim “kitap kurdu” ile
“bilgiç çocuk” arkadaş oldu. Arkadaşım, o yörenin en saygın devrimci
öğretmenlerinden biriydi. Yüksel’e kol kanat gerdi. Yüksel’i gerekli gördüğü
herkesle tanıştırdı. Ben de Yüksel’le her ay düzenli olarak buluştum. Bildiklerimizi
sevdiklerimizi varımızı yoğumuzu paramızı pulumuzu her şeyimizi paylaştık.
Bazen çok derinlere dalar giderdik. Yüksel bir
defasında, 1976’nın Ekim veya Kasım ayında, “Çok sıkışırsak, bütün gücümüzü
toplar Hatay’a çekiliriz, bağımsızlık ilan ederiz!..” dedi. Ben de bu söz
üzerine, “Madem böyle bir gücün var, hiç bekleme, hemen çekil ve bağımsızlık
ilan et!..” dedim. “Gücümüzü toplamak, Hatay’a çekilmek, bağımsızlık ilan etmek
kolay, ama sonrası zor!..” dedi. “Ne zorluk olacak ki, Sovyetler Birliği hemen
tanır!..” dedim. Şaka bitti, Yüksel çok ciddileşti. “Sovyetler Birliği
kesinlikle bizi tanımaz!..” dedi. Bu defa ben merak ettim, niçin tanımazmış!
Yüksel açıkladı, “Ajan hareketi olmadığımıza inanırsa tanır, ama ajan haraketi
olup olmadığımız belli olana kadar tanımaz!..” dedi. “Yani!..” dedim. İşte o
zaman Yüksel teorisini patlattı. “Her şeyin başaşağı durduğu yerde, ayak
üzerinde durmak anormalliktir. Hatay’da çok güçlüyüz, ama bu güce güvenerek
yanlış yapamayız!..” dedi. Biz de öyle yanlış yapmadık.
Mihrac, Yüksel benden şunu bunu istedi veya
önerdi diyerek bazı şeyler söylüyor ya, işte o söylenenler doğru olabilir. Ama
öneri Yüksel’den değil, Mihrac’dan gelmiştir. Ve bu öneriden Yüksel, Mihrac’ın
ajan olabileceğini çıkartmıştır. Anlatım doğru ise, o meşhur öneriyi kim kime
yapmıştır?
Ben daha soruyu sormadan, Mihrac Ural her
şeyi açıklamış.
“Yüksel Eriş hocayı Antakya’daki örgütsel
çalışmalar ve örgüt birimi toplantılarında misafir ettiğimiz zaman, uzun uzun
sohbetlerimiz oldu. Örgütün bir mahalle biriminde (Orhanlı mah. Hac Halil
Çıkmazındaki evde) yaptığımız toplantıda; Yüksel Hocanın dikkatini, üzerine
notlar yazılmış TDAS broşürü çekmişti. İncelemeye başladı, broşür üzerindeki
kısa cümleler, soru işaretleri, yıldızlar, altı çizili yerleri tek tek ve
dikkatlice incelemesi, ilgimi çekti. Yüksel Hoca, bir kaç dakika devam eden bu
durumun ardından, dönüp bana sordu; ‘Bu yazılar sana mı ait, eleştirdiğin,
sorun gördüğün yerler mi var?’ dedi. Mahcup olmuştum. O koşullarda bir illegal
yayın üzerinde sorgulayıcı cümleler yazmak, kutsal kitabı karalamak gibiydi.
Buna rağmen cevap olarak; ‘inceliyorum, konusunu
iyi kavramak için kendi bilgilerimle uyumsuz olanlara not düşüyorum, ancak siz
bununla neden bu kadar ilgili oldunuz, TDAS'ı siz mi yazdınız?’ diye sordum.
Yüksel Hocanın refleksi, TDAS’ı yazan birinin refleksiydi. Bende öylesi bir
kanaat oluşturmuştu. Sorumun nedeni de buydu.
O da ‘Hayır. TDAS, birçok yoldaşın farklı
hazırlıkları ve katkılarıyla yazılmış bir broşürdür’ dedi. Tabi ki o zaman,
kimdir nedir soruları sorulamazdı, buna gerek yoktu.” demiş.
Mihrac’ın Yüksel’e sorduğu soru, “TDAS’ı siz mi
yazdınız?..” sorusu, Yüksel’in Mihrac’dan niçin kuşkulandığına kesin kanıttır.
TDAS’ın sayfalarına yazmış çizmiş işaretler koymuş ama bunları sormamış, “Bu
yazıyı kim yazdı?..” diye sormuş. Helal olsun be, teferruatla uğraşmamış,
doğrudan doğruya en önemli soruyu sormuş. İşte ben buna yaratıcı zekâ derim. İllegal
yayının içeriğinden çok yazarını merak etmiş. Yüksel ne söylerse söylesin, istediği
kadar inkâr etsin, Mihrac’ın gözünden kaçmamış. TDAS’ı Yüksel’in yazdığını
hemen anlamış. Bundan sonrasını ben bile anlarım.
TDAS’ı Yüksel yazdığına göre, varılacak liman belli
olmuştur. Uygun bir dille, “Acilciler'in desteğini alırsak, biz burayı
kurtarılmış bölge yaparız!..” demiştir. Kurtarılmış Bölge teklifinden, Mihrac’ın
ne mal olduğunu Yüksel hemen anlamıştır ve “Şu işin özünü özetini açıkça
anlat!..” demiştir. O da başlamıştır anlatmaya. “Dayarız sırtımızı Suriye’ye,
duman attırırız oligarşiye!..” demiştir. Yapılan anlatımlar Yüksel’in çok
hoşuna gitmiştir. Ne de olsa, ufacık bir destek vermekle kısa yoldan devrim
yapma teklifi almıştır! Benim bildiğim Yüksel, böyle bir öneriyi yapan kim
olursa olsun, onu gözden kaçırmazdı, manyaktır aptaldır veya ajandır diye,
kafasının bir yerine yazardı. Aynen öyle olmuş olmalı ki, “Her şeyin başaşağı
durduğu yerde ayak üstü durmak anormalliktir!..” dedi. Öyle ise, “Her şeyin
başaşağı durduğu yer” neresiymiş, Hatay’mış. Ayak üstü durduğu için “anormal”
sayılan kim, Yüksel Eriş’in kendisiymiş.
TDAS’ı kimin yazdığı, Mihrac Ural’ı
ilgilendirdiğinin binde biri kadar bile beni ilgilendirmedi. Yine de merak edenler
için yazayım. Yüksel Eriş İngilizce bilmezdi. İngilizce bilmeyen biri, TDAS-1’i
yazmış olabilir mi? Ayrıca, bir kıyak daha yapayım, Yüksel Eriş devrimcilerin
Türk Kürt ayırımı yapmadan bir örgütte birleşmesi gerektiğini ve ayrı
örgütlenme önerenlerin yanlış yaptığını söylerdi. Apo’yu ve Apocu’ları
sevmezdi.
Gazi Eğitim’de her türlü güvenlikten sorumlu iki
kişiden biriydi. “Ahmet Abi”nin sağ koluydu. Herkesten çok ikisi nöbet tutardı.
Nöbet tutan sadece gözcülük yapmazdı. Elinde belinde silahla dolaşırdı. Gece
gündüz her an çatışmaya hazırdı. İnsan kullandığı silahın bakımını yapmaz mı,
herhalde yapardı. Demek oluyor ki, Yüksel tabancadan tüfekten birazcık anlardı.
Tokat İlköğretmen Okulu’ndan “mecburi
tasdikname” ile atıldıktan sonra, Şubat 1970’de Perşembe İlköğretmen Okulu’na
girmeyi başardım. 23 Nisan Programı gereğince okul ölçeğinde yapılan Resim
Yarışması’nda birinci oldum. Ödül Töreni’nden önce yeni bir değerlendirme
yapıldığı ve benim ikinci olduğum açıklandı. Yapılan haksızlığa, benden başka
herkes itiraz etti. Tören bitiminde, ikincilikten birinciliğe terfi eden çocuk
yanıma geldi. “Aslında birinci olmak senin hakkındı. Ama ben son sınıfta
olduğum için beni birinci yaptılar. Gelecek yıl sen birinci olacaksın!..” dedi.
Daha sonra o çocuk benimle çok ilgilendi. Hatta
beni kendi köyüne davet etti. Gittiğimde, benim için hazine değerinde bir
kitaplık gördüm. Marks Engels Lenin Stalin ve Mao kitapları dikkatimi çekti.
Açtım baktım, hepsinin ilk sayfası özlü sözler yazarak imzalamıştı. Bir kitabın
ilk sayfasına, “Düşmanın fikirlerini öğrenmezsen, çiğ tavuk gibi yere
serilirsin!..” diye yazmıştı. Açıklamasını istedim. Fehmi Yılmaz başladı
anlatmaya. Benimle tanışmadan önce “ülkücü”ymüş, ama şimdi gerçeği
görüyormuş!..
Fehmi o yıl Haziran’da okulu bitirdi.
Öğretmenliğinin ilk aylarında, Gazi Eğitim’in Resim Bölümü sınavını kazandı ve
kara kara düşünmeye başladı. Perşembe’de ülkücü olmak kolaydı. Ama “eski
ülkücü” olduğu için Gazi Eğitim’e girmesi olanaksızdı. Gazi’de arkadaşlarım
vardı. Fehmi’ye bir kıyak yaptım. Tokat İlköğretmen Okulu’dan arkadaşım Öner
Yağcı’ya bir mektup yazdım. Fehmi’nin “eski ülkücü” olduğunu anlattım,
kendisiyle her bakımdan ilgilenmesini istedim. Mektup işe yaramış.
Okullar açıldı. Etrafımda bir grup oluştu.
Fatsa’dan Ertan Sarıhan geldi, tanıştık. Ertan’la arkadaşlığımız hızlı gelişti.
Her hafta düzenli olarak buluştuk. Georges Politzer’in Felsefe’nin Temel
İlkeleri kitabını birlikte okuyup tartıştık. Ertan’la tartıştıkça, aynı
görüşlere ulaştık, aynı derin duygusal coşkuyu yaşadık, yepyeni bir kavrayışa
ulaştık ve ufak ufak örgütlenmeye başladık. Terzi Fikri’yi bile dışarıda
bıraktık.
1971‘in ilk aylarında, Ankara’dan Fehmi geldi.
Yanında bir arkadaşını getirmiş. Arkadaşına benden çok söz etmiş. Doğrusunu
söylemek gerekirse, arkadaşı Fehmi’den daha yakışıklı ve sevimliydi. Gazi
Eğitim’de Müzik Bölümü öğrencisiymiş. Devrimciymiş. Hemen arkadaş olduk.
Ayrılırken adını sordum. “Tekirdağ Hoşköy’den Yüksel Eriş!..” dedi.
1971 ilkbahar aylarında, Okul Disiplin Kurulu
Başkanı, “Türkiye’de Kürt yoktur, bir tek Kürt bile gösteremezsin, haydi göster
de göreyim!..” diye bana bağırdı. Bunun üzerine, “Bana bağırma!..” dedim ve
gerçeği gösterdim. Yargılandığım konuda suçsuz olduğum görüldü, ama savunma
yaparken Disiplin Kurulu’na “hakaret” ettiğim için, “bir hafta okuldan
uzaklaştırma” cezası aldım. Aldığım ceza uygulandı, dosya kapandı.
Tek dersten Eylül’e kaldım. 8 Eylül’de sınava
girecektim, 1 Eylül’de öğrencilikle ilişiğimi kestiler. Bakanlık Displin Kurulu
bana verilen bir haftalık cezayı az bulmuş ve öğrencilikle ilişiğimin
kesilmesine karar vermiş. Ertan’a gittim. Üç avukat buldum. 2 Eylül’de dosya
hazırlandı. 3 Eylül’de Ankara’da Danıştay’da dava açıldı. Üç ay sonra, Danıştay
“yürütmeyi durdurma kararı” verdi. 21 Aralık’ta sınava girdim ve okulu
bitirdim. Böylece, öğrencilikle ilişkim kendiliğinden kesildi.
Öğretmen olmayı başardığım için, Ertan Saruhan
bana bir kol saati aldı, “Dakika yitirmeyeceksin!..” dedi. Terzi Fikri bana bir
takım elbise dikti, “Daha iyi olmak yetmez, en iyisi olacaksın!..” dedi. Şener
Şadi benden avukatlık ücreti almadı, “Bu bir dayanışmadır!..” dedi. Saatimi
1979’da poliste yitirdim. Öldüğünü öğrendiğim güne kadar Terzi Fikri’nin diktiği
elbiseyi giydim. Şener Şadi’yi bir daha görmedim.
Aradan yıllar geçti. 1975’in yaz aylarında
Ankara’da TÖB-DER Genel Kurul çalışmaları başladı. TÖB-DER Genel Merkez
Yönetimi’ni CHP’nin dümen suyundan çıkaracağımız belli olunca, o güne kadar
susmuş pusmuş pehlivanlar çıktı ortaya. Öner Yağcı elinin tersiyle beni
göğsümden iter gibi yaptı, “Kenara çekil Cahit Çelik, biz geldik!..” dedi.
Delegeler bölük bölük ayrılmaya başlayınca, bende şafak attı. Gittim, Öner
Yağcı’ya takıldım.
Öner Yağcı akıllı çocuk. “Fehmi Yılmaz’la
konuş!..” dedi. Fehmi’yi buldum. Öner’le Yüksel’le yolları ayrılmış. Yüksel,
Fehmi’yi kaldığı evden atmış. Fehmi Yılmaz ile Apo aynı evde kalıyormuş. Apo’yu
tanırsam gözlerim açılırmış. Fehmi’nin isteği üzerine kaldıkları eve gittim,
Apo ile tanıştım. Aponun düşüncesi dağınıktı. Türkçesi bozuktu. Söylenen hiçbir
şeyi kabul etmiyordu. Karşı çıktığı görüşleri, tartışma ilerledikçe, kendi
görüşleriymiş gibi savunuyordu. Tarih bilgisi, Osmanlı’dan öte gitmiyordu. İşi
bilen biri, Apo’yu parmağında oynatırdı. O gecenin sabahında söylenecek söz
kalmadı. Akşamdan kalma domatesli bulgur pilavına birlikte kaşık salladık.
Kürt devrimciler Türk devrimcilerden ayrıldı.
Fakir Baykurt’un kişisel saygınlığı bile işe yaramadı. Kâmil Karadeniz öncülüğünde
gelişen “Birleşen Öğretmen” hareketi budandı. Cemil Çakır ve arkadaşları
yönetime geldi. Öner Yağcı’nın yıldızı parladı. Dinar bana dar geldi. Dilekçe
verdim, İstanbul'a atandım.
1976 yaz aylarında İstanbul’da Fehmi Yılmaz’a
rastladım. Gazi Eğitim’i bitirmiş. Akşehir Öğretmen Okulu’na atanmış. Bir kız
öğrencisi Fehmi’yi ayartmış. Fehmi de kızı almış kaçırmış. Karısıyla birlikte
eski arkadaşları geziyormuş. Apo’yu sordum, orası karıştırılmazmış. Ben de
karıştırmadım. Fehmi Yılmaz’la bir daha konuşmadım.
Yüksel’in Rıza Salman ile ilgisi ilintisi
yakınlığı konusunda hiçbir şey bilmiyorum. Ama bu konuda şunu söyleyebilirim,
Kurtuluş Cephesi dergisinin internet sayfalarında epeyce gezinti yaptım. Öğrendiklerimi
bildiklerimle birlikte değerlendirdim. Vardığım sonuç, Kurtuluş Cephesi’nde
okuduğum yazılar benim için küp dolusu pekmez değerindedir. Ermeni Soykımı
yaptığımızı da yazmışlar, işte bu yazdıkları o pekmez küpüne düşmüş fare
gibidir. Yüksel de benim gibiydi, içine fare düşmüş küpten pekmez yemezdi.
Günay Karaca son nefesine kadar Mihrac Ural’ın
uzantısıydı. 1979’un yaz aylarında birgün iki arkadaşıyla birlikte evime geldi.
Altı ay sonra bir daha geldi. Ama bu defa yanında bir polis ordusu vardı. Beni
de kitaplarımla birlikte alıp götürdüler. İki haftalık sorgudan sonra Günay’la
birlikte tutuklandım. Selimiye’de nasıl “armut gibi” toplandığımızı öğrendim.
Ayrıntıya girmenin gereği yok, hapisaneyi Günay’a dar ettim. Günay Karaca beni
yakalattığı için pişman oldu. Zaten öldü gitti, Günay’la hesabım bitti.
Sağmalcılar’da Büyük Firar gündeme gelince,
Günay’ın ve Haydar’ın kuyruğuna bastım. İkisini de dışarıya bırakmadım.
Altı ay tutuklu kaldım. 12 Eylül’den üç ay önce
serbest bırakıldım. Öğretmenlik görevime kaldığı yerden devam ettim. Üyesi
olduğum öğretmen örgütünü bana hukuk yardımı bile yapmadığı için örgütten
ayrıldım. O günden sonra ne yapmak gerekirse tek başıma yaptım.
14 yıllık öğretmenken, 28 sayfalık bir kitapçık* yazdım. 1989 ilkbahar eylemlerinde öğretmen mücadelesinin bayrağını tek başıma
dalgalandırdım. Emekliye ayrılmadan önce, öğretmenler ve öğrenciler için, resim
yapma tekniğini öğreten bir kitap yazdım. Resim dersinin programdan
çıkarıldığını öğrenir öğrenmez, on yıllık emekli olduğum halde, yeniden kolları
sıvadım. Bir dizi “Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı” hazırladım.
Yargısız infazların moda olduğu 1993 ilkbahar
aylarında, bir gece sabaha karşı uyandım. Dışarıda biri “Duvardan atlayalım,
işi bitirelim!..” dedi. Diğeri, “Olmaz, bu adreste üç ev var, üçü birden
olmaz!.” diye itiraz etti. Hırsızlar konuşuyor sandım. Kapıyı açtım, dışarı
çıktım. Daha ilk adımda, bizim evin kuşatıldığını anladım. “Dur!..” dediler,
durdum. “Eller yukarı!..” dediler, kaldırdım. Biri adımı ve ne iş yaptığımı
sordu, söyledim. Nereli olduğumu sordu, “Amasyalıyım!..” dedim. Öbür evden
kardeşim çıktı, ona da “Dur, eller yukarı!..” dediler, adını işini ve nereli
olduğunu sordular. Üçüncü evden annem çıktı. Anneme de “Dur, eller yukarı!..”
dediler ve adını işini memleketini sordular. O da kimlik bildirimi yaptı. Bunun
üzerine “Ellerinizi indirebilirsiniz!..” dediler, indirdik.
Bizimle konuşan iki kişi, elli metre kadar ilerde
duran otomobile gitti. Telsizle konuştular. “Verilen adrese geldik, ama burada
bahçe içinde bir değil, üç ev var, üçü de Amasyalı!..” dediler. Çeyrek saat
sonra, bir daha telsizle konuştular ve bize hiçbir şey söylemeden çekip
gittiler. Merak ettim saydım, benim gördüklerim otomobil minibüs zırhlı dahil
en az kırk elli araç vardı.
Ertesi gün, Hasköy’de bir aile boyu infaz
yapıldı. Hasköy’den hemen sonra, Fatih’de bir eve baskın düzenlendi.
Daha sonra, beni arayan soran rahatsız eden
olmadı. Yani bu istihbarat yerli olamazdı, dışarıdan yönlendirme olmalıydı. O yüzden,
bu olay yıllarca kafamı kurcaladı. Özel Tim niçin infaz yapmadan çekip
gitmişti?
İstihbarat yanlışsa, yanlış istihbarat yapan kim
olabilirdi? İstihbarat bir ev demiş, üç ev çıkmış. Polis telsizde bar bar
bağırıyor “Üç ev var, üçü de Amasyalı!..” diye. Öyle ise, infaz edilecekler
başka yerdenmiş! Sordum soruşturdum öğrendim “Üçü de Amasyalı!..” sözünün
anlamını. Özel Tim komutanı İbrahim Şahin’i Türkiye’de bilmeyen yoktur. İşte bu
İbrahim Şahin, Özel Tim elemanlarını Amasyalı veya Tokatlı polisler arasından
seçermiş. Bizim evi kuşatanlar da Amasyalı Tokatlı olmalıymış. Tesadüfen uyanıp
dışarı çıkmakla, aile boyu infazdan kurtarmışız. Buna rağmen, Amasyalı
olduğumuz için değil, istihbarat yanlış olduğu için, kefeni yırtmışız.
Yanlış istihbarat olur mu? Elbette olur, ama iki
yanlış birden olmaz. Bir ev diyeceksin üç ev çıkacak, Karslı diyeceksin
Amasyalı olacak, istihbarattan geriye hiçbir doğru bilgi kalmayacak, işte bu
olmaz. En salak sarhoş ayyaş uyurgezer istihbaratçı bile böyle bir yanlış
yapmaz. Bu yanlışı yapabilecek biri olmalıydı. Aradım buldum.
1979 yazında Günay Karaca ve Haydar Yılmaz iye birlikte
bizim eve bir kişi daha gelmişti. Tanışma sohbeti yaparken Günay Karaca nereli
olduğumuzu sordu. Babam “Amasyalı!..” olduğumuzu söyledi. Ama o inanmadı,
“Doğuluya benziyorsunuz!..” dedi, bu bir. İkincisi, belirtilen adreste o
tarihte bir gecekondu vardı. Aradan geçen 14 yıl boyunca belirtilen adreste
değişim olabileceği bizim istihbaratçının aklına gelmemiş. Yani, aslında
istihbarat 1979’daki bilgilerle 1993’te yapıldığı için duvara toslamıştı.
Kenan Evren gelir gelmez “inşaat yapma yasağı”
getirdi, ben bahçeyi duvar içine aldım. Turgut Özal da gelir gelmez “inşaat
yapma yasağı” getirdi, ben kömürlük adı altında bahçe içine bir gecekondu daha
yaptım. Daha sonra, bir gecekondu da kardeşim için yaptım. O yüzden, bir dediği
yerde üç ev çıktı. Amasyalı olduğumuzu da söylemiştik, ama bizim uyanık sersem
tavuk veya dangalak istihbaratçı inanmamış olacak ki böyle yanlış yaptı.
İbrahim Şahin’i üzerime Günay Karaca salmış
olamaz, on yıl önce ölmüştü. Haydar Yılmaz yapmış olamaz, yapsaydı doğulu olduğumuzu
iddia etmezdi. Geriye kaldı bir kişi, Günay'la Haydar’la birlikte gelen şahıs
kim ise işte o yapmıştır. Veya o şahsın patronu yapmıştır. O şahsın kim
olduğunu ben bilmiyorum, Haydar Yılmaz biliyor. Benim bildiğim, polis ve savcı
bu şahıs ile ilgili olarak bana hiçbir soru sormadı.
Şimdi soralım, Hasköy’de yapılan aile boyu
yargısız infaz ve bir gün sonra Fatih’de bir eve baskın düzenlenmesi de beni
aile boyu yoketmek isteyen akılsız fikirsiz istihbaratçının işi olabilir mi?
Daha önemlisi, kafası dikişli devrimci ile bu istihbaratçı ilgili ilintili
kanki paraki olabilir mi?
Haydar Yılmaz üçüncü kişinin kim olduğunu
“unutmuş” olabilir. Ama ben gördüğüm şeyi unutmam. Seni de unutmadım Ali Fuat
Çiler!.. Şimdi söyle bakayım, Yüksel Eriş’in arkadaşı olduğumu bildiğin halde,
ölüm timlerini benim üzerime niçin gönderdin? Sen göndermediysen, kim gönderdi?
Ocak 1980’den bu yana hiçbir örgütün sempatizanı
bile değildim. Etliye sütlüye acıya tatlıya karışmazdım. Eğrisi doğrusu yalanı
yanlışı bir yana, kendi halinde bir öğretmendim. Bana nasıl kıydın be hey
vicdansız merhametsiz Ali Fuat Çiler. İnsanlığın zerresi kalmışsa sende, bu
ayıp sana bin yıl yeter.
İşte böyle Yüksel Eriş, mezarlık yan gelip yatma
yeri değildir. Yoldaş bildiklerin yoldan çıktı. Vatanı milleti değilse bile,
kendini kurtardı. Engin akıllıydı, akıl satıyor. Rıza yürekliydi, internet
ortamında gerillacılık yapıyor. Mihrac uyanıktı, malı marabayı götürüyor. Üçü
de tüydü gitti ve gittiği yerde bülbül misali ötüyor. Ama dışarıda ötmekle,
içeride devrim olmuyor.
Yüksel’in diğer üç arkadaşıyla tartışmaya girmek
gibi bir niyetim yok. Onları birbirine yakınlaştırmak veya çatıştırmak asla
benim görevim olamaz. Ama onlarda olmayan bazı şeyler bende var, benim
bilmediklerim de onlarda var. Onlar siyasetçi, ben değilim. O yüzden onlarla
bazı şeyleri paylaşabiliriz.
Paylaşıma, Yüksel'in ölümü ile ilgili bilgiden
başlayabiliriz. Alfabetik sırayla soruyorum. Engin Erkiner ve Mihrac Ural ve Rıza
Salman, Yüksel Eriş’in nasıl öldüğünü biliyor musunuz? Bilmiyorsanız, benim
size söylenecek sözüm yok. Biliyorsanız, bu bilgiyi benden niçin sakladınız?
Saklamakla ne kazandınız? Arkadaşlık yoldaşlık insanlık bu davranışın
neresinde? Yüksel’i toprağa bırakmanın acısını annesi babası ablası kardeşi
ailesi bilir, bir de ben bilirim. Öyle ise, bu bilgiyi bana vereceksiniz.
Bilgi yetmez, hesap vereceksiniz. Engin ve Rıza
doğru bilgiyi bilmiyor olabilir. Yener Orkunoğlu bu bilgiyi Mihrac’dan saklamış
olamaz. Öyle ise, Mihrac bu bilgiyi niçin sakladı? Yüksel’in döşüne düşen iki
damla gözyaşı bana hesap sorma hakkı veriyor.
Yüksel’in kardeşi Hüseyin ile Mihrac’ın kardeşi
Mihriban’ın internetten tanıştığını öğrendim. Hüseyin’le bilgilerimizi
birleştirince tehlikeyi gördüm. Oyunu bozmak için, Boyama Kitabı 1-2-3-4 ’ün
Hatay’da satılmasını öne çıkarttım. Kitapçıkların içeriğini görünce beyninden
vurulmuşa döneceklerini biliyordum. Elde mevcut 800 takım Boyama Kitabı’nı
Hatay'da satmalarını istedim. Satamayacaklarını tahmin ediyordum. Tahminim
doğru çıktı. Yani, aramızda kitap almış satmış olma ilişkisi bile yoktur,
olmadı olamaz. Mihrac otuz dört yılda bir işe yaramadı, bundan sonra hiçbir işe
yaramaz.
Mihrac blog tanıtım yazısında “Sınırları insan
erdemleriyle belirlenmiş doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelemizi
sürdüreceğiz” demiş. Yüksel bu yazıyı görseydi, “Sen uçmuşsun!..” derdi.
Ama ben uçuk kaçık demeden, Yüksel’in üç yoldaşına
birden soruyorum. Yüksel’den Ermeni Soykırımı diye bir söz duydunuz mu?
İlker’de Mahir’de Ermeni Soykırımı diye bir şey var mı? Öyle ise, niçin yalan
atıyorsunuz?
Engin Erkiner benim için, Rıza Salman’dan ve
Mihrac Ural’dan farklı bir yerdedir. Rıza’yı ve Mihrac’ı hiç görmedim. Engin’le
tam beş ay birlikte aynı hapisanede yattım. Bu bakımdan kendisini az çok
tanırım. Aramızdaki görüş farklılığı ne olursa olsun, kendisiyle her şeyi
konuşabileceğime inanırım. Yüksel Eriş’in örgütsel yaşamı ile ilgili anılarını
yazarsa bu blog kendisine açıktır. Mihrac Ural ve Rıza Salman özeleştiri yapmış
olsalar bile, bu blog onlara kapalıdır. Ama yazdıkları yaptıkları gözden
kaçırılmayacaktır.
Sözün özü özeti: İki arkadaş birlikte bomba
yapıyormuş. Elinde bomba patlayan ölmemiş, bomba yapana bakan ölmüş. İki eli
bilekten kopan bombacı ölmemiş, ayak parmaklarından birinin tırnağı kopan
ölmüş. Ölene bombacı demişler, kalanı görmezden gelmişler. Yüksel’in nasıl
öldüğünü herkesten gizlemişler. Engin ve Rıza gerçeği bilmiyor olabilir. O
yüzden Mihrac’a soralım, Yüksel öldü mü, öldürüldü mü? Öldü ise, doğru bilgi
sende vardır, nasıl öldüğünü niçin gizliyorsun? Öldürüldü ise, bu bilgi de
sende vardır, gerçeği niçin açıklamıyorsun?
Son olarak, Yüksel’in saygınlığından yararlanma
gibi bir niyetim olamaz. Benim saygınlığım bana yeter. Örnek vermek gerekirse,
aşağıdaki bir tek kuş çizimi bile, isteseydim beni
dünya ölçeğinde ressam yapardı. Bu çizimi yapacak ressam, Türkiye’de Avrupa’da
Amerika’da yok. Vardır diyen, palavra atmasın, alsın kalemi eline, çizsin
çizebilirse. Bu çizimi yapmak için, yürek bilek bilinç yetmez, devrimci sanatçı
kişilik az gelir. Ertan Saruhan’ı ve Yüksel Eriş’i de tanımak ve onlarla
birlikte aynı derin duygusal coşkuyu yaşamış olmak da gerekir. Yani nereden
bakarsan bak, 88x112 mm’lik kartona tükenmez kalemle çizilmiş bu Gönül Kuşu eşsiz
bir sanat ürünüdür. Ama ben onu sadece “soyut” kavramını anlatmak için
değerlendirdim. Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı 1-2-3-4 ortaya çıkınca, yalan
bitti. Kapılar kapandı. Vurguuncu soyguncu rantiyeci darbeci dümenci gerici
hain hırsız arsız edepsiz çakallar benden korkuyor. Bundan daha iyi saygınlık
olur mu?..
Cahit Çelik (1949-....)