Cahit Çelik
Yüksel’in Hatay’a kaç defa gittiğini merak
ediyordum. Mehmet Yavuz’un anlattığı doğru ise, bir defa gitmiş. Mustafa
Burgaz, Kemal Bayram, Erol Bacaksız, Mehmet Yavuz ve Mihrac Ural ile Antakya’da
“akşamdan gece yarısına kadar” süren bilgi alış verişi yapmış. Görüş birliği
sağlanmış ve Yüksel hemen oracıkta yeni yoldaşlarına “bomba yapmayı” öğretmiş.
İşte ben buna “İlk görüşte aşk!..” derim. Aşkın
karşılıklı olduğunu da kabul ederim. Ama gerdeğe girmek için aşk yetmez. Azcık
da güven gereklidir. Güven için de zaman gereklidir. Bu bakımdan, Mehmet Yavuz’un
anlatımı bende kuşku yaratıyor. Yüksel’in Antakya’ya ilk defa 1976’nın yaz
aylarında gittiğini Engin Erkiner yazdı. İlk defa değil, bir defa gitmiş imiş.
Yüksel’in “parçalanarak öldüğünü” söylüyorsan,
biri de sana bu yüzden “Yalancı!..” diyorsa, “Cesedi görmedim!..” diyerek kaçıp
kurtulamazsın. Yüksel’in “parçalanarak öldüğünü” ölüm raporu ile kanıtlayacaksın.
Bunu yapmazsan, “Yalancı şarlatan!..” Dalton Kardeş olacaksın.
Dalton Kardeşler bana çok kızıyor. Yazdığım her
cümlecik onları delirtiyor. Beni engellemek için akıl fikir zikir birliği
yapmışlar. Dışarıdan gazel okuyan ve içeriden kuyruk sallayan beyinsizler bana
karşı “sahibinin sesi çetesi” olmuşlar. Aynı kelimelerle saldırıyorlar. Kediden
köpekten tilkiden çakaldan sinekten sivrisinekten ördekten kazdan tavuktan
horozdan korkacağımı sanıyorlar. Aldanıyorlar. Ben onların ağasından paşasından
sahibinden korkmadım ki, yalancı dolancı lümpen takımından korkayım.
Yüksel’in gölgesine sığınanlar yetmemiş. Bir de
mezarlıkta miras arayan Dalton Kardeş varmış. Acur boylu şarlatan polis
olmadığını kanıtlamak için, otuz yıldan bu yana hiçbir siyasetin sempatizanı
bile olmayan birinden, yani bu satırların yazarından, şehadetname isteyen
keskin devrimciymiş.
İşte bu keskin devrimci kardeşe göre, ben
geçmişten kalan mirasın peşindeymişim. Otuz yıldır sempatizanı bile olmadığım
geçmişin bütün mirası benim olsa ne yazar. Ben o geçmişi isteseydim, otuz yıl
önce ayrılıp kendi yoluma gitmezdim veya
bu güne kadar değerlendirmiş olurdum.
Bir görüşe göre, Yüksel’i anlatırken kendimi öne
çıkarmışım. Yüksel Eriş benim gibi sıradan eften püften biri değilmiş. Yüksel’i
bomba yapmasını bilmeyen acemi biriymiş gibi anlatmışım. Terminatör Rambo veya
Köroğlu Kiziroğlu gibi anlatmalıymışım. Dalton Kardeşler saksının kenarına
yazsın, yazdıklarımın içinde yanlış vardır, yalan yoktur. Neyi nasıl
biliyorsam, aynen öyle anlatıyorum. Değiştirme düzeltme ekleme çıkarma yıkama
yağlama yapmıyorum. Kimsenin hayaline uygun palavra yazmıyorum. Hiç kimse için
vasiyet uydurmuyorum. Mezarlıkta panayır yapmıyorum.
Öner Yağcı 1966’dan bu yana yakın arkadaşımdır.
Ama hiçbir zaman aynı görüşte olmadık. Farklı görüşte olduğumuz halde 45 yıllık
dost olmayı başardık. Zalimliğe zorbalığa gericiliğe karşı akıl fikir güç
birliği yaptık. Kaptan isimli kitabında, Tokat İlköğretmen Okulu’nda ve Ankara
Gazi Eğitim Enstitüsü’nde yapılan devrimci mücadeleyi de anlatıyor. Tokat’ta
benimle birlikteydi. Ankara’da Yüksel’le aynı gruptaydı. Kaptan’ın Tokat
İlköğretmen Okulu bölümünde Cahit’ten bazı şeyler yazmış, açar okursun. İşte o
Cahit benim. Kaptan’ın Gazi Eğitim bölümünü okursan, Yüksel’in de mücadele
içindeki yerini görürsün. Kıyaslama yapma, hayal kırıklığına uğrayabilirsin.
Benim yazdığımdan fazla şey yoksa, Öner Yağcı ne yazsın? Kıyak olsun diye,
yalan mı atsın?
THKP-C/Acilciler örgütünü sen mi kurdun? Acilciler
adını örgüte veren yazıyı, Türkiye Devrimi’nin Acil Sorunları başlıklı yazıyı,
sen mi yazdın? Örgütü sen kurmadıysan, örgüte adını veren yazıyı sen
yazmadıysan, üstelik bu konuda hiçbir şey bilmiyorsan, niçin öyle zart zurt
ediyorsun?
Mihrac efendi, Rıza’ya karşı Engin Erkiner’in
gölgesine sığınmıştın. Engin gidince, Yüksel’in gölgesine sığındın. Ama bir gün
kağnı gitti, gölge bitti. Günay’ın gölgesine sığınmak için uğraştın.
Başaramayınca, Rıza’ya kuyruk sallamaya başladın. Sen hiç utanmaz mısın?
Bazı şeylerin şakası bile yapılmaz. Yüksel’e
“TDAS’ı sen mi yazdın?..” diye sormuşsun. Bu soruyu sorduğun anda Yüksel seni
“güvenilmez” olarak değerlendirmiş. Yanlış yapmış. İllegal yayının yazarını
merak eden adamı, “güvenilmez” olarak değil, “görevli” olarak değerlendirmesi
gerekirdi.
Yüksel’den sonra Engin Erkiner de aynı yanlışı
yaptı. Yüksel’in “tecrit edilmesi gerekli” dediği kişiyi çöplüğe atmadı.
TDAS’ı kimin yazdığı ve örgütü kimin kurduğu bilinmediği
için, Engin Erkiner “önemsiz eleman” sayıldı. Maksat muhabbet olsun diye,
mahpus damını boyladı.
Günay Karaca örgütün kuruluş sürecinde yoktu.
Yüksel’in ve Engin’in nasıl oyundışı kaldığını bilmiyordu. Engin’e karşı
yürütülen “Öttü!.. Öttü!..” söylemini ciddiye alıyordu. Miro ile birlikte
olmaya çalışıyordu, Engin’i dışlıyordu. Engin Erkiner’in örgüte adını veren
yazıyı yazan ve örgütü kuran kişi olduğunu bilmediği için, Miro’nun arkadaşlık
yoldaşlık yalanlarına inanıyordu.
Mihrac “Sağmalcılar’dan Büyük Firar” olayının
püf noktasını bilseydi, Engin Erkiner’i mıymıntı göstermek için “Seni kim
kaçırdı?..” diye sorardı. Aynı soruyu ben Ali Sönmez’e sordum. Öyle uyanık devrimci
temel kadro ki, kendisini hapisten kaçıran kişinin kim olduğunu bile bilmiyor.
Örgüt lideri olduğunu iddia eden çakma devrimci, örgütün gerçekleştirdiği Büyük
Firar olayını kimin yaptığını bilmiyor. İşte bu iki uyurgezer, kendi haline
bakmadan ona buna devrimcilik palavrası atıyor.
1974 Af yasasından yararlanarak içerden çıkan
devrimcilerin bir bölümü Ankara’dan İstanbul’a geldi. İbrahim Sevimli ve üç beş
kişi aynı eve yerleşti. 1975’in Mayıs veya Haziran ayında kardeşim Alibeyköy’de
bir fabrikada iş buldu. Kardeşime kalacak yer aradım. Yüksel’in önermesi
üzerine kardeşimi İbrahim Sevimli’nin kaldığı eve yerleştirdim. Yüksel kardeşimi
o evden almış, Bomonti’de bir eve getirmiş. “Bundan sonra bu evde kalacaksın,
şu odaya kimse girmesin!..” demiş. Teksir makinesiyle bazı yazıların basıldığı
odanın anahtarını kardeşime vermiş. Evde kalanlar bile o odaya giremezmiş.
1975’in Ağustos ayında İstanbul’da Yüksel’le buluştuk. Ankara’da
yapılan TÖB-DER Genel Kurul Toplantısı’nda, Öner Yağcı’nın ve İbrahim
Sevimli’nin Fehmi Yılmaz’la birlikte bana karşı birleştiğini, TÖB-DER’de
oluşturduğumuz devrimci demokrat muhalefet grubunun Genel Kurul’da ikiye
bölündüğünü, Apo’nun boyundan büyük yanlış yaptığını, Kürt devrimcilerin bizden
ayrıldığını, söyledim. Yüksel hiç önemsemedi.
TÖB-DER Genel Kurulu’nda her türlü engellemeye
rağmen muhalefetin üçte iki çoğunluğa ulaşması ve son anda bölünerek
ayrılanların yönetime gelmesi, kalanların sayı bakımından diğer iki gruba yakın
olması, Yüksel’in ilgisini çekmedi. “İyi ki kaybetmişsiniz, yoksa seni de
kaybedecekmişiz!..” dedi. TÖB-DER dahil, bütün derneklerin sendikaların
belirleyici olmadığını, asıl çalışmanın poitik amaçlı örgüt yaratmak olduğunu,
böyle yapı olmadıkça ikincil örgütlenmelerin işe yaramayacağını açıkladı.
Politik amacı olan örgüt yaratmamız gerektiğini söyledi.
Yürüye yürüye Taksim’den Osmanbey’e geldik.
“Paran var mı?..” dedi. “Var!..” dedim. “Öyle ise, şu kırtasiyeciden iki top
teksir kâğıdı al. İki top kâğıdı ne yapacaksın diye sorarsa, öğrenci olduğunu
ve ders çalışmak için aldığını söylersin. Sen içeri tek başına gir, beni
görmesin!..” dedi. İki top kâğıt aldım. Bomonti’de bir eve gittik. Evde kimse
yoktu. Odalardan biri kilitliydi. Yüksel kilitli kapıyı cebinden çıkardığı
anahtarla açtı. İçeri girdik. İlk defa orada teksir baskılı yapraklar gördüm.
“Bunlar ne böyle?..” dedim. “Bu yapraklar yakında kitap olacak!..” dedi.
Bir ay sonra, öğretmenlik yaptığım köye geldi.
TDAS’ı getirdi. Üstten açılan fermuarlı çantayı yarı yarıya boşalttı. “30 tane
var, istediğin kadar al!..” dedi. İki tanecik aldım. Aydın’daki arkadaşımı
korkutma, benim gönderdiğimi söyledikten sonra bir tanecik de ona ver, dedim.
Yükü hafiflediği için olsa gerek, o gece bulutların üzerinde gezdik. Yurdumuzda
ne kadar sömürücü soyguncu gerici zalim zorba hain hırsız uğursuz varsa,
hepsini temizledik.
TÖB-DER Genel Merkez Yönetimi’ne gelmeyi gerekli
görmeyen biri, Hatay’daki fasa fiso üç beş “kültür derneği” örgütlenmesini
ciddiye alır mı? TDAS’ı okuduğu halde “kurtarılmış bölge önerisi yapan” ve
“TDAS’ı kim yazdı?..” diye soran Mihrac’ı gözden kaçırır mı? Türkiye’deki bütün
gücünü Hatay’a çekerek “Ayrı Varlık” olmaya çalışır mı?..
Yüksel’in Mihrac’ı tanımasından otuz dört yıl
sonra Miro Masalı’nı yazmaya başladım. Mihrac'ın kişilik yapısını anlamaya
çalıştım. Vardığım sonuç, Miro kafadan sakattır. Benim gördüğüm sakatlık,
psikolojide “psikopat” başlığı altında değerlendiriliyor. Psikopat çocukların
her özelliği Miro’da açıkça görülüyor. Yedeklenebilir yönetilebilir
yönlendirilebilir, edebiyatta sanatta başarılı olabilir, siyasette öncülük
devrimcilik yapamaz.
Miro Masalı’nda Miro’nun saflığı salaklığı
ezilmişliği eğitimsizliği öne çıkmaktadır. Bu durumda Miro’yu öldürene kadar
dövmek doğru değildir. Onu battığı pisliğin içinde bırakmak gerekir. O kendi
kendine çırpındıkça batar boğulur. Kafasına basmaya gerek yoktur.
Miro Masalı biter bitmez. Mihrac Ural aldı sazı
eline. Beni “a) MHP’li Ülkü Ocakları üyesi bir faşist, b) BBP gençlik
kolları Alperen Ocakları üyesi bir Turancı, c) Milli Gençlik Teşkilatı üyesi
bir milliyetçi-dinci, d) Ulusalcı bir modern faşist, e) Tümünün sentezi bir
paranoyak” olmakla suçladı.
Mihrac Ural'a göre, işte böyle beş özelliği olan
bir kişi, Yüksel Eriş’i Feriköy Mezarlığı'nda vatan toprağına ekmiş. Bu kişinin
adı, Cihat Çelik'miş.
Cahit veya Cihat, şimdi bir daha soruyor. Yüksel
öldü mü, öldürüldü mü? Yüksel’den sonra örgüt lideri olduğunu söyleyen Mihrac
Ural, Yüksel’in cenazesine geldi mi, gelmedi mi? Yüksel’in mezarına gül
karanfil veya bir sümüklü mendil bıraktı mı, bırakmadı mı? Yüksel Eriş’in son
beş saatini aydınlatmak için uğraştı mı, uğraşmadı mı?..
Cahit Çelik “Yüksel Eriş … Apo'yu ve
Apocu'ları sevmezdi.” dediği için “faşist, turancı, dinci-milliyetçi, ulusalcı
modern faşist” ve “paranoyak” olmuş imiş. Mihrac denilen yarım akıllı, o
cümleden bu sonucu çıkarmış.
Pekmez küpüne düşmüş fareden söz ettiğim için,
Rıza’yı bana karşı kışkırtmış. Mihrac Ural’ın yazdıkları çuval dolusu samandır demediğim
için, kendisini görmediğimi sanmış. “Günay Karaca son nefesine kadar Mihrac
Ural’ın uzantısıydı. Sağmalcılar’dan Büyük Firar gündeme gelince, Günay’ın ve
Haydar’ın kuyruğuna bastım. İkisini de dışarı bırakmadım!..” deyişimden,
Günay’ın düşmanı olduğumu anlamış, Haydar’a kuyruk sallamış.
“Yüksel'in üç yoldaşına birden soruyorum.
Yüksel’den Ermeni Soykırımı diye bir söz duydunuz mu? İlker’de Mahir’de Ermeni
Soykırımı diye bir şey var mı? Öyle ise, niçin yalan atıyorsunuz?..” diye
sormuştum. Engin Erkiner “O zaman bu konuyu bilmiyorduk!..” dedi. Rıza cevap
vermedi. Mihrac sorudan sorgudan kaçmak için bana hücum etti.
Miro Masalı’nı ben yazdım. Miro’nun ciğerini
bilirim. Ciğeri peş para etmez. Kesip attığım tırnağım kadar değeri yoktur.
Yüksel Eriş’i “faşist, turancı, milliyetçi-dinci, ulusalcı modern faşist,
paranoya” olan bir pislik vatan toprağına ekmişse, Yüksel’in arkadaşları
yoldaşları dostları adına gözünden iki damla yaş süzülmüşse, öperim o pisliğin
elinden gözünden.
Günay Karaca’yı 1979’un Haziran ayında tanıdım.
Devrimci Öğretmen grubundan öğretmenlerle tartışıyordu. Ekonomik mücadelenin
politik mücadeleden farklı olduğunu, ekonomik amaçlı örgütlenmelerin devrim
yapamayacağını, “ekonomizm” diye adlandırılan politik kavrayışın başarılı olamayacağını
anlatıyordu. Ben de tartışmaya katıldım. Günay’ı destekledim. Tartışmanın
sonunda Günay’la başbaşa kaldım. Kayserili olduğunu öğrendim. Amasyalı olduğumu
söyledim. Muhabbeti ilerlettik.
Ertesi gün bir daha buluştuk. İçinde olduğu
örgüt yapısının bölünme düzeyinde ayrıştığını söyledi. Ayrıntıları başbaşa
görüşmek için güvenilir bir yer aradığını belli etti. Evimi önerdim. Üç beş gün
sonra, uygun bir yerde buluştuk. Benim eve gittik. Günay Karaca nereli
olduğumuzu sordu. Amasyalı olduğumuzu bildiği halde böyle bir soru sorması,
Karslı ve Kürt olduğumuzu iddia etmesi, dikkatimi çekti. Birlikte geldiği iki
arkadaşının adını sormadım. Başbaşa konuşma olanağı sağladım. Konuşma tartışma
uzayınca ben akşam yemeği hazırlığı için evden ayrıldım. Bakkal kasap manav
dönüşünde misafirlerin az önce gittiğini öğrendim.
Altı ay sonra, Günay Karaca beni polise teslim
etti. Poliste bana “Aman hoca, söylediklerimi kabul et, planımı bozma!..” dedi.
Haydar Yılmaz’ı yakalatmamı istedi. Zor durumda kaldım, Yüksel Eriş yetişti
imdadıma. Yüksel’in arkadaşı olduğumu söyledim. Bir hafta boyunca böyle
direttim. Daha sonra, Günay’ın gösterdiği bir evde kurulan tuzağa Haydar düştü.
Selimiye’de ne söylediysem, dördüne birden
söyledim. Günay’ı Engin Erkiner’den Haydar Yılmaz’dan ve Ali Sönmez’den
ayırmadım. Yargılama başlayınca, kendisiyle konuşmadığım halde, Günay için
yalancı şahitlik yaptım. Günay’ın poliste işkence gördüğünü “Tanınmayacak
haldeydi!..” diyerek mahkeme kayıtlarına geçirdim.
Günay Karaca’nın poliste uyguladığı plan, Haydar
Yılmaz’ı yakalatmak veya kurtarmak için yem kullanmaktı. Günay’la tartışmamın
özü özeti poliste yem kullanma yöntemi üzerineydi. Günay uyguladığı plan gereği
tahliye olacağına inanıyordu. Kaçmayı düşünmüyordu. Sağmalcılar’dan Büyük Firar
gündeme gelince, Günay’ın kuyruğuna bassam ne olur, basmasam ne olur?
Mihrac hızını alamamış, benimle ilgili bir
“test” daha yapmış. Benim çizdiğim “Gönül Kuşu”nun önemsiz değersiz rastgele
uyduruk basit çizim olduğunu kanıtlamak için, bula bula Picasso’dan bir kuş çizimi
bulmuş. Beni “bol yıldızlı nazi subayına” ve Kenan Evren’e benzetmiş,
“paranoyak” olduğuma karar vermiş. Başka seçenek bulamadığından, “tümünün
sentezi” olduğumu yazmış.
Behey salak, çıtayı yükseğe koymakla yanlış
yapmışsın. Picasso ile kıyaslanmak bile çok büyük başarı değil midir? Bu
kıyaslamayı yapmakla, beni desteklediğini görmüyor musun? Picasso’nun çizdiği
kuşu değil, kendi yaptığın çizimi göstereceksin. Isparta Sanat Okulu’nda sana
Kalaşnikov tüfek resmi yapmayı öğrettiler de, kuş çizimi yapmayı öğretmediler
mi?
Suriye’de Halep’te Şam’da resimden çizimden
anlayan yok mu? Varsa bir babayiğit, avrat da olabilir, ondan görüş alacaksın.
Diyecek ki, “Bu çizimi ben bile yaparım. İşte bu yaptığım çizim, o acemi çaylağın
yaptığı çizime on basar!..”. Sen de bakacaksın, aynen öyle olmuş. Asacaksın o
güzel çizimi, Ayrı Varlık dediğin Helâ Duvarı’na. Gelen giden iyiyi doğruyu
güzeli gerçeği görsün ve beni ayıplasın diye.
Mihrac Ural’ın beğenmediği Gönül Kuşu’nu görmek
için, tıklayınız.
Mihrac Ural’ın yaptığı kıyaslamayı görmek için,
tıklayınız.
20 Temmuz 2010’dan önce beni kimse tanımazdı.
Övgü alkış şan şöhret meraklısı değilim. Dünya malında gözüm yok. Ahiret kaygım
korkum yok. Karım kızım oğlum baldızım dostum düşmanım yok. Mihrac’ı nüfustan
saymıyorum. Hain hırsız arsız edepsiz katil casus pislik olduğunu biliyorum.
Miro Masalı’nı yazıyorum. Siyasetle ilgilenmiyorum.
Resim dersinin İlköğretim Programı’ndan
çıkarıldığını öğrenir öğrenmez, bunun bir anlamı vardır diye düşündüm. Vardığım
sonuç, beni alternatif program üretmeye zorladı. Bir dizi “Resim Yapmayı
Öğreten Boyama Kitabı” hazırladım. Başka çaresi kalmayınca kredi kartından borç
alarak kendim bastırdım. Hiç değilse yarısı satılır sanıyordum, bir takım bile
satamadım. Kredi kartı borcu batağına battım. Evden dışarı çıkamadım.
Yüksel Eriş’in kardeşi Hüseyin’le 6 Mayıs 2010
günü Dolmabahçe’de buluştuk. Ekonomik bakımdan aynı durumdaydık. Birlikte bir
çıkış yolu aradık. Benim boyama kitaplarını satmaktan başka yol bulamadık.
Mihrac’ın Hüseyin’e ulaştığı bilgisini değerlendirdik. Hüseyin’i Engin
Erkiner’e karşı kullanmak istediğini gördük ve bu kavganın bizi
ilgilendirmediğini düşündük. Buna rağmen, belki benim boyama kitapları satılır
diye, Hüseyin’in Hatay’a davet edilmesine olumlu yanıt verdik. Mihrac konu ile
bizzat ilgilendi. Benim de Hüseyin’le birlikte Hatay’a gelmem için ısrar etti.
Gidiş geliş uçak biletini hemen göndereceğini ve 800 takım kitabın alınması
satılması için derhal emir vereceğini yazılı olarak teklif etti. Ben bu teklifi
kabul etmedim. Hüseyin’le birlikte Hatay’a gitmedim. Sadece bir takım Boyama
Kitabı gönderdim.
Hatay’da benim boyama kitaplarımı satmadılar. Hüseyin’i
Ferhat Tunç ile birlikte Zeki Ural’ın evinde kahvaltı masasına oturtmayı
başardılar. Enseden çekilmiş fotoğrafını internete koydular. Ferhat Tunç’la
birlikte Zeki Ural’ın yanında Hüseyin Eriş’in fotoğrafını çektiler.
Yüksel Eriş’ten Hüseyin Eriş’e… diye cazgırlık
yaptılar. Canım daraldı, http://yukseleris.blogspot.com blogu yayına girdi. Blog
duyurusunu Engin Erkiner yaptı. Mihrac Ural ile karşı karşıya geldim. Hüseyin
Eriş’i Mihrac’ın ağzından aldım.
Yılbaşına bir hafta kala, umduğum dağlara kar
yağdı. Başka çaresi kalmadığı için, “Elveda insanlık!..” diye bir yazı yazdım.
Engin Erkiner’e gönderdim. Noktasına virgülüne dokunmadan aynen yayınladı.
Kısaltarak alıyorum.
“Otuz kırk yıl önce biz böyle değildik.
Arkadaşlık yoldaşlık dostluk yardımlaşma dayanışma gibi bazı şeyler bilirdik.
Birbirimizi severdik. Devrimci olana güvenirdik. Dünya malına değer vermezdik.
‘Sensiz dünya malı n’eyleyim, dostum dostum!..’ türküsünü söylerdik. Kendimiz
için bir şey istemezdik. Hep birlikte güneşi zaptetmeye giderdik. Yarin yanağından
gayrı her şeyimizi paylaşırdık. Dünya dönmüş, devran değişmiş. Mirocuklar
yetişmiş. Miro malı marabayı götürmüş. Ben bunu görmemişim.
Yüksel Eriş 1976 ilkbaharında ‘Biraz paraya
ihtiyacımız var!..’ dedi. ‘Benim de paraya ihtiyacım var, olsaydı verirdim,
vallah billah!..’ demedim. Kardeşimin yılbaşında getirdiği televizyonu Dinar’da
sattım. Paranın tamamını Yüksel’e verdim.
1976’nın ilkbaharında Dinar Hükümet Tabibi’nden
aldığı 20 günlük raporun yarısı geçersiz olduğu gerekçesiyle Yüksel’i müstafi saydılar.
Dört ay sonra beni de çalışırken devamsızlıktan müstafi saydılar. Dinar Afyon
Ankara İstanbul arasında döndüm dolaştım. Müstafi sayıldığım için maaş
alamadım. Yol parası bulamaz oldum. İstanbul’da üç gün aç kaldım. Dördüncü gün,
Yüksel Eriş’in annesine babasına gittim. Evlerinde ceplerinde ne varsa hepsini
bölüştük.
İşte böyle bir ortamda, Yüksel Eriş’in
Trabzon’da öldüğünü öğrendik. Ablası ve amcası Yüksel’i aldı geldi. Patlama, 21
Ocak 1977 günü gece yarısından az önce olmuş. Yüksel patlamadan beş saat sonra,
22 ocak 1977’de sabaha karşı ölmüş. 26 Ocak 1977 günü Feriköy Mezarlığı’nda
toprağa verdik. Benden başka arkadaşı yoldaşı dostu orada yoktu.
İki hafta sonra, 07 Şubat 1977’de ben akciğer
kanaması geçirdim. Validebağı Öğretmenler Hastanesi’nin Acil Servisi’ne gittim.
İlk müdahaleden sonra, hastaneye yatırılmam için, Hasta Sevk Kâğıdı istediler.
Babamı gönderdim, müstafi sayıldığım için vermemişler. Acil Servis’ten çıktım.
Eyüp İlköğretim’e gittim. Ne halde olduğumu bilmiyorum. Beni görür görmez
oturttular. Daha ben bir şey söylemeden Hasta Sevk Kâğıdı’nı hazırladılar.
Üstüm başım kanlar içinde Acil Servis’e ulaştım. Ertesi gün hastaneye
yatırıldım.
Hastane’de beni üç kişilik bir odaya koydular.
Diğer iki hastadan biri, Trabzonlu’ymuş. İstanbul Halk Evleri İl Koordinasyon
Kurulu Başkanı’ymış. Adını sordum, Şefik Asan’mış. İşte bu Şefik Asan, 22 gün
22 gece gözünü benden ayırmadı. Ben öldüm öldüm dirildim, o bırakmadı. Her gece
defalarca limonata yaptı içirdi. Tabak tabak buz yedirdi. Kaşık kaşık bal
verdi. Ağzımı açsam mandalina portakal muz koydu. Gözümü kapatsam ‘Uyudun
mu?..’ diye sordu. Sağa sola dönsem ‘Bir şey mi oldu?..’ dedi. Ben daha
‘Öhhöö!..’ der demez, kanama kabını yetiştirdi. Benim kanamalar kesildikten bir
hafta sonra taburcu oldu gitti. Zatürre başlangıcı olduğu için oradaymış.
Azcık canlandıkça, hikâyemin özünü özetini
anlattım. Aile boyu perişan olduğumuz belliydi. Yüksel’in annesi babası ablası
da ziyaretime geldi. Almanya’dan Hatice Güler geldi, Beşiktaş’tan kimse gelmedi.
Arkadaşlık yoldaşlık dostluk zor günde belli olurmuş.
Hastaneye yatırılışımdan iki hafta sonra, Şefik
Asan benim için eşofman almış. Bir miktar da para verdi. ‘Yardımlaşma!..’ imiş.
Babam ‘Bu para beni Ankara’ya götürür!..’ dedi. İşte o para ile Ankara’ya gitti
ve hakkımdaki müstafilik kararını kaldırttı. Öğretmenliğim devam etti. 28 Şubat
1977’de birikmiş altı aylık maaşımı birden aldım. Bir gün sonra, Mart maaşımı
aldım. Lodos bitti, poyraz başladı. Her bakımdan rahatladım. Kanama kesildi.
Şefik Asan’ın varlığı ve yaptığı
‘Yardımlaşma!..’ olmasaydı, hayatımın akışı değişirdi.
THKP-C İddianamesi’nde Perşembe’de kimlerden
oluştuğu bilinmeyen bir grubun varlığından söz ediliyor. Ayıptır söylemesi,
işte o grup benim. Ertan Sarıhan ahbap çavuş ilişkisi içine girmezdi, ben de
girmedim. Terzi Fikri ve Avukat Şener Şadi ötseydi, ben de yanardım. Ötmediler,
yanmadım. Dikkatli oldum, tohumluk olmadım. Tohumluğun anlamını bilmeyenler
veya unutmuş olanlar, Victor Serge’nin Militana Notlar kitabını okumalıdır.
Yüksel Eriş’le bildiklerimizi sevdiklerimizi
paramızı pulumuzu her şeyimizi paylaştığımı yazdım. Yüksel Eriş’in kardeşi
Hüseyin Eriş’e kurulan tuzağı gördüğüm için, Engin Erkiner sitesinde yazdığım
‘Bir Soru’ başlıklı yazı ile Mihrac’ı uyardım. Hüseyin’e yanlış yapma, yoksa
beni de karşında bulursun, dedim. Ne dediğimi anlamadı. O yüzden, bir de şu
çakma soytarıyı alıcı gözüyle göreyim, dedim.
Eğlencelik olsun diye, Miro Masalı’nı yazdım.
Miro Masalı bildiğimiz kızlardan değildir. Soran sorgulayan uyaran uyandıran
uyanık insanlar için yazılmıştır. Masal yazarı Yeşilırmak’la Kızılırmak’ı
karıştırmışsa, ‘Malabadi Köprüsü’nden Fırat Irmağı’na atladı!..’ demişse ve
okuyucu da bunu yemişse, ‘Afiyet olsun!..’ demekten başka söylenecek söz
yoktur. Yalanı yanlışı yedikten sonra hiçbir şey yapamazsın. Koyun keçi et süt
kıl yün hesabı yapan bir puşta yem olur gidersin. Miro olamazsan, Mirocuk
olursun.
Günay Karaca’nın yalan söylemektense suçlanmış
olmayı tercih ettiğini otuz yıl sonra anladım. 1979’un yaz aylarında evime
getirdiği Ali Fuat Çiler’e yanlış bilgi vermekle hayatımı kurtardığını gördüm.
Günay Karaca ve 81 Arkadaşı blogunu hazırladım. Günay’ın yüzüne karşı
söylediğim herşeyi olduğu gibi yazdım. Ali Fuat’ın adını yazdığımda, yargısız
infaz timlerini evime gönderenin Mihrac olduğunu biliyordum. Bilmediğim, bunu
nasıl becerdiğiydi. Hanefi Avcı bu konuda Mihrac’ı ele verdi. Al gülüm, ver
gülüm, Lazkiya’da bülbülüm, hikâyesi.
1979 yazında Günay Karaca ve Haydar Yılmaz’la
birlikte evime gelen üçüncü kişinin kim olduğunu bilmiyordum. Altı ay sonra,
Gayrettepe’de sorgulanırken bu kişinin kim olduğu hakkında bana hiçbir soru
sormadılar. Tutuklanmak için çıkarıldığım Askeri Mahkeme’de ve daha sonra ifade
verdiğim Askeri Savcılık’ta yine bu kişi ile ilgili olarak hiçbir soru
sormadılar. Ben de bu ilgisizlik yüzünden, o kişinin içimize sokulmuş ajan
olduğunu düşündüm. Günay Karaca ile asıl ayrıştığım yer burasıydı. Ama ben bunu
öne çıkarmadım. Tartışmayı ‘yukarıdan aşağıya, örgüt yönetiminden sempatizana
çözülme’ ve ‘maşa kullanma taktiği’ ile sınırladım. Ne dersin Ali Fuat, niçin
seni benden sormadılar? Sen de o zaman görevli miydin? Günay benim Karslı Kürt
olduğumu iddia ederek, niçin sana yanlış bilgi verdi?
Otuz yıl sonra, Ali Sönmez’in Sağmalcılar’dan
kaçmadığını, kaçırıldığını yazdım. Yatağının altında sakladığı paranın
kaynağını sordum. Aslan kaplan doğru dürüst devrimci numarası yapmasın. Hapiste
62.000 lira parayı nasıl biriktirdiğini açıklasın. Makarna yiyerek biriktirdim
desin. İsterse örgüt parası olduğunu iddia etsin.
Ali Sönmez, bak ben yine hesap soruyorum. Sen
kancık köpek gibi kaçıyorsun. Selimiye’de bana elimi yüzümü yıkamak için sabun
vermedin. Sağmalcılar’dan seni kaçıranın kim olduğunu biliyor musun? Sen
hapisten kaçtıysan, bu parayı niçin yatağın altında bıraktın? Gıcır gıcır yeni
ayakkabı varken, niçin naylon terlikle gittin?
1993 ilkbaharında yargısız infaz timleri kapımı
çaldığında, Günay Karaca’nın Mihrac Ural sandığım kişiye yanlış bilgi vermesi
nedeniyle kefeni yırttım. Mihrac Ural’ı o yüzden yakın takibe aldım. Ayrı
Varlık blogu yayına girer girmez fark ettim. Oradaki fotoğrafın Mihrac olup
olmadığını araştırdım. Tanıyanlar bilenler, ‘Mihrac’ın fotoğrafı!..’ dediler.
Mihrac’ın günahını almış olduğuma inandım. Daha sonra, konu güncelleştiğinde
yeniden araştırdım. Bu defa, Ali Fuat’ı fotoğrafından teşhis ettim. Fotoğrafı
üç kişiye doğrulattım. Söylenecek ne varsa hepsini açıkça yazdım. Günay’ı
Mihrac’a bırakmadım.
Yani bu güne kadar yapabileceğim ne varsa,
hepsini yaptım. Ertan Sarıhan’dan Yüksel Eriş’e ve Yüksel Eriş’ten Günay
Karaca’ya köprü oldum. Aklımın erdiği ve gücümün yettiği kadar doğru dürüst
devrimci olmaya çalıştım. Bu üç arkadaşımın gölgesinden yararlanmadım, üçünün
de ışığından yararlandım. Sağa sola savrulup gitmedim. Kendimi yitirmedim. Her
şeye rağmen iyi insan olduğuma inandım. İyi insan olmanın gereğini yaptım.
12 Mart 1971’de balyoz darbeleri devam ederken
‘Bu memlekette Kürt vardır!..’ diyebildim. 1975’te Apo’un yüzüne karşı, ‘Kürt
devrimciler Türk devrimcilerden ayrılırsa önünde sonunda karşı karşıya
geliriz!..’ dedim. Apo’ya söylediklerim aynen gerçekleşti. Karşı karşıya gelmiş
gibiyiz.
Çoğaldık yığınsallaştık başardık falan filan
diyorlar. Fena halde yanılıyorlar. Sosyalizm için yola çıkan Kürtler, feodal
ağa tefeci bezirgân takımıyla barıştı mı, barışmadı mı? ‘Demokratik emperyalizm’
yalanı attı mı, atmadı mı? Otuz beş yıldır patinaj yaptı mı, yapmadı mı? Beni
ırkçı ayırımcı olmakla suçladı mı, suçlamadı mı?
Kürt Özgürlük Savaşçısı olmak yetmiyor. Alevi
Köken edebiyatı yapıyor. Doğaldır ki, Hazreti Ali’den öteye kafası basmıyor.
Aleviliğin Alicilik olmadığını anlamıyor. Dört bin yıl önce, Anadolu’da Ale
Bayramı olduğunu bilmiyor. Ale sözcüğünün yakıcılık anlamına geldiğini kabul
etmiyor. Her şeyin 1071’de veya 571’de başladığını sanıyor. Sürüler içinde
sürmeli koyun, turnalar içinde telli turna oluyor. Hü medet ya Ali, Hüseyin
aşkına, falan filan diyor. Uçmak serbest, uç uçabildiğin kadar!
Hayal kurmak güzeldir. Haydi hayal kuralım. Kürt
Özgürlük Savaşçısı ve Hazreti Ali’nin yoldaşı ve dahi eski marksist-leninist
Apocular başarılı oldu. “Free Kurdistan” kuruldu. Dört beş parça Kürdistan
birleştirildi. Apo işte bu Birleşik Özgür Kürdistan’ın Devlet Başkanı koltuğuna
kuruldu. Komşularıyla iyi ilişkiler kurmak istedi. Mucize gerçekleşti. Yaramaz
çocuklardan biri, mesela bu satırarın yazarı, ‘Bu devletin egemen sınıfı kim
olacak?..’ diye sorarsa, rüya bitmez mi?
İşçi sınıfı yok, burjuva sınıfı yok, sosyalizm
hedefi yok, üç beş aşiretten başka hiçbir şey yok, böyle devlet olur mu? Ahmet
Türk’ün Atatürk’ten hangi üstün özelliği vardır ki, demokratik alternatif
olsun.
İşgalcidir diye, beş bin mehmetçik öldürdün,
emperyalizme siyonizme karşı ne yaptın? Türkler işgalcidir de, emperyalistler
siyonistler gericiler ev sahibi midir? Kürtler Türkler darda zorda kaldıkça
birleşiyor bütünleşiyor, görmüyor musun? Kürtler niçin önerdiğin “Free
Kurdistan”a gitmiyor da, İstanbul’a İzmir’e Edirne’ye Samsun’a Mersin’e gidiyor,
anlamıyor musun? MİT MOSSAD CIA ile arkadaş yoldaş olanın gideceği yeri
bilmiyor musun?
Bir bölük angut, Türk adının anlamını bilmiyor,
Türkçülük yapıyor. Bir bölük ördek, Kürt adının anlamını bilmiyor, Kürtçülük
yapıyor. Türk adının anlamını açıkladım. Kürt adının anlamı için kaynak
gösterdim. İkisi de kabul etmiyor. Beş bin yıl önce çömlekçi çarkı dönmeye
başlayınca, toplumun sınıflara ayrıştığını öğrenmek istemiyor. Ne köleden yana
oluyor, ne köleciye karşı çıkıyor. Bu belirsizliğin köleciden yana olmak
olduğunu söylediğim için, ikisi de bana kızıyor.
5.000 yıl önce toplumun sınıflara ayrıştığını ve
köle ile kölecinin sürekli çatıştığını gözden kaçırıyor. Köleciden yana tavır
alıyor. Kavim kabile soy boy ırk demiyor. Bu beş sözcüğün yerine ‘etnik’
sözcüğünü kullanıyor. Beş bin yıl önce çöplüğe atılmış kavramlara dört elle
sarılıyor. ‘Etnik’ köken farkı edebiyatı yapıyor. Irkçılık ayırımcılık yapmayı
devrimcilik sanıyor.
Türkler bir kavim kabile soy boy ırk değildir.
Kürtler de bir kavim kabile soy boy ırk değildir. Türk ve Kürt adının anlamını
açıklamaya ‘etnik’ kavramı yetmez. Beş bin yıllık toplumsal ayrışmayı çatışmayı
kavramları adları açıklamak için bilgi gerekir.
Yani ben ne yaptığımın yapmadığımın
bilincindeyim. Kırk elli yılda öğrendiğim bilginin özünü özetini yazdım. Resim
Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı 1-2-3-4’ün içine dışına koydum. Yaptığım
çalışmayı gördüğü halde anlamayan devrimci insanların çokluğuna şaştım.
Yedi yaşındaki çocuğun anladığını, eşşek kadar
büyükler anlamadı. İpe un sermek için, alışılmış olan her türlü yalana yanlışa
sarıldı. Beni paragöz olmakla suçladı. Kazanacağım parayı pulu hesapladı.
Gördüğü paranın ışıltısı gözlerini kamaştırdı. Beni de öyle sandı.
Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı dizisi bin
takım basıldı. Baskıyı yapan matbaa, 50 takım eksik olmasın, 150 takım fazla olsun
demiş, 1150 takım basmış. 350 takımını parasız dağıttım. İbrahim Yalçın’a 200
avro karşılığı on takım ve Erkan Ulaşan’a 100 lira karşılığı üç takım Boyama
Kitabı sattım. Bunun dışında, hiç kimseye bir takım kitap bile satamadım.
Herkesin cebinde akrep varmış. Yardımlaşma dayanışma arkadaşlık dostluk mazide
kalmış. Eski çamlar bardak olmuş. Yani tek kelimeyle, battım!..
Görülen o ki, yılbaşından itibaren hiçbir fatura
ödemesi yapamayacağım. Elektriğim suyum internetim telefonum ve doğalgazım
kesilecek. Bunlar olmadan nasıl yaşanırsa, öyle yaşayacağım. İnternet bağlantım
olmayacak. Telefon kullanmayacağım. Yine de yalana yanlışa teslim olmayacağım.
Ertan’ın Yüksel’in Günay’ın arkadaşı teslim olur diyen varsa, gelsin baksın
evime. Teslim olduğumun belirtisini görürse, tükürsün yüzüme.
Söyleyeceklerimin hepsi budur. Eğitimin gereği
yoktur. Çocuğumuz resim yapmayı öğrenmese de olur. Benden bir takım Boyama
Kitabı almadığınızdan, ne kadar uyanık devrimci olduğunuz görülmüştür. Görünen
köy kılavuz istemez. Yolunuz açık, kısmetiniz bol olsun!..”
Engin Erkiner işte bu yazının altına not düşmüş.
Benimle ilgili bazı değerlendirmeler yapmış. Ama daha önemlisi, “Resimden
anlayan birisi değilim. Resim bilgisi iyi olan bir insana, ‘Sen Picasso kadar
güzel güvercin çizemiyorsun’ diyecek kadar salak da değilim!..” demiş.
İşte bu söz üzerine yeni şeyler söylemek istedim.
Engin Erkiner resimden çizimden anlamıyorum
dediği halde, Mihrac’ın kıyaslama yaptığı iki kuştan birinin “güvercin”
olduğunu görmüş. İbrahim Yalçın da o kuşun “güvercin” olduğunu görmüştür. Erkan
Ulaşan’a sorsalar, Test konusu iki kuştan birinin “güvercin” olduğunu söyler. Ben
de kalıbımı basarım, o kuş “güvercin”dir. Pablo Picasso bile o kuşun
“güvercin” olduğunu kabul eder. Ağzına verilmiş zeytin dalı kesin kanıt yerine
geçer. Demek oluyor ki, güvercine güvercin denirse ve Mihrac Ural da kabul ederse,
Picasso’nun çizdiği kuş “güvercin”dir.
Elma ile armut kıyaslanmazsa, mazotla benzin
farklı şeyse, gramın metreden farkı varsa, Mihrac yanlış yapmıştır. Sapı samanı
yalanı yanlışı birbirine karştırmıştır. “Gönül Kuşu” ile “güvercin”i
kıyaslamıştır.
Mihrac denilen Hela Müdürü yaptığı yanlışı
anlasın diye devam edelim. Benim yaptığım kuş çizimine, “Bu bir güvercindir!..”
diyebilecek hiç kimse yoktur. Resimden anlayan anlamayan hiç kimse benim
çizdiğim kuşu, tanıdık bildik kuşlardan hiçbirine benzetemez. Bu bir güvercin
serçe karga kanarya bülbül keklik sığırcık şahin kartal diyemez. Ama herkes,
benim yaptığım çizimin tek kelimeyle “kuş” olduğunu söyler. Kanadı kuyruğu
ayağı gagası gözü gövdesi var. Kuş olduğu bellidir, ne kuşu olduğu belli
değildir. Böyle kuş olur mu, denilmesin diye, Gönül Kuşu adı verilmiştir. Her
bakımdan soyutlama yapılmıştır. Soyutlama kavramı için örnek soyut kuş
üretilmiştir.
Picasso’nun çizdiği “güvercin” ile benim çizdiğim
“Gönül Kuşu” kıyaslanamaz. Bu iki kuş içerik ve biçim bakımından birbirinden farklıdır.
Benim ne kadar yanlış olduğumu göstermek için, “Şu
iki kuş çizimine bakın, hangi kuşun çizgisi daha güzeldir yumuşaktır akıcıdır
rahattır sıcaktır?..” demesi gerekirdi. Sadece çizgi kıyaslaması yapması
gerekirdi. Bunu yapmamış, Picasso’nun yaptığı “güvercin” çizimi ile benim
yaptığım “kuş” çizimini kıyaslamış. Picasso kadar güzel kuş çizemezsin, demiş.
Keşke bu kadar salak olmasaydı. Benim ne kadar acemi beceriksiz palavracı
olduğumu kanıtlamak için, Isparta Sanat Okulu’nda öğrendiği Teknik Resim
bilgisini değerlendirseydi.
Mihrac Ural benimle ilgili iki “test” yaptı ve
ikinci “test”in sonuna “Seninle işim bitti!..” diye yazdı. Daha sonra,
döndü dolaştı bana bir daha sataştı. “Önemsemediğim için adını bile doğru
yazmadığım Cihat Çelik (bu adamın adı cihat mı, Ceht mi, Cahit mi, cuk
cuk mu (gönül kuşu sendromu), her ne bok ise işte o) gibilerine söyleyeceğimi
bir cümleyle bitirdim ilk ve son test sorularından sonra, milliyetçi bir aymaza
dönüm bakacağımı kimse beklemesin!..” demiş. 214. Dosya
Bunu dedikten 10 gün sonra, bana bir daha
saldırmış. Hela Duvarı’na astığı Bu Akıl Değişmedikçe… başlıklı yazıda, “Bunlarla,
bunların devletleriyle benim mücadelem var, ona devam ediyorum!..” diye esmiş
savurmuş. “Bunlar” dediklerinden biri de ben oluyorum.
“Sayın Hüseyin Orhan, … Bu cümleleri Nazı
subayı mı yazmış, kızıl elma peşinde koşan Alperen Ocakları militanı mı ayırt
etmek güç. Bakın sol milliyetçilerde de benzer yaklaşımlar var; bu utanmaz
adamlar kendilerine de solcu derler. Geçenlerde ‘test’ soruları sorarak, elimin
tersiyle tokatladığım ilkel milliyetçi Cihat adlı bir paranoya ‘Ermeni Soykırımı
diye bir söz duydunuz mu?’ diye soru soruyordu. Artık gerisini siz düşünün,
oysa siz bir milliyetçi olarak bu inkarcılığı sakınmadan dile getiriyorsunuz,
Cihat (Cahit) ise solculuk adına yapıyor!..” demiş.
Hela Müdürü yazı başlığının üzerine koyduğu
“Not”ta, “Kuşum Cihat (Cahit miş) gibi milliyetçilerle mücadelemizin bir
parçası olarak …” demekle, hangi ligde oynadığını belli etmiş. Er Meydanı’ndan
kaçmış. Davulcuya zurnacıya seyirciye saldırmış. Siyasetle hiç ilgim ilintim
yokken gelmiş bana toslamış.
Yüksel Eriş bloguna yazdığım “Şimdi biz ne
yapmış olduk?..” başlıklı yazıda, Ocak 1980’den bu yana hiçbir örgütün
sempatizanı bile değildim, demiştim. Yüksel Eriş ile ilgili bazı sorular
sormuştum. Engin sorduğum sorulara cevap verdi. Rıza cevap vermedi. Mihrac
salya sümük saldırıya geçti. “İki tokatta işini bitirdim!..” dedi. Üçüncü
tokatı attı, yine işimi bitiremedi. Döndü dolaştı geldi, dördüncü defa sataştı.
Benimle mücadele içinde olduğunu ilan etti. Şimdi ben bu Hela Müdürü’nün hangi
dediğine inanayım. Benimle işi bitti mi, bitmedi mi?
ANT dergisinin ilk sayısının yayınlandığı
günlerden bu yana, yani 45 yıldır, devrimci mücadelenin içindeyim. Bana
“goşist” diyen oldu, ama “faşist” diyen olmadı. Bu salaklığı sadece
Mihrac yaptı. Faşist kelimesinin anlamını bilseydi, bana öyle sallama savurma
yapmazdı. Behey akılsız fikirsiz beyinsiz Hela Müdürü, örgütlü olmayan insan
“faşist” veya “komünist” olur mu? Örgüt sempatizanı bile olmayan biri
"faşizm" veya "komünizm" için mücadele eder mi? Hiçbir
örgüte sempati duymayan bir kişiye karşı mücadele yürüten siyasetçi, yolunu
şaşırmış manyak değilse nedir? Ulan manyak, senden siyasetçi olur mu?
Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı benden
insanlığa armağandır. Miro Masalı’nı ben yazdım, dünya durdukça sana kazık
çakacaktır. Türk dili için ürettiğim mirolaşmak deyimi, senin gibi puştların
adı olacaktır. Türkçe birçok sözcüğün başındaki ç sesinin küçültme eki olduğunu
ben buldum, bu minicik buluş birçok yalanı yanlışı çöpe atacaktır. Yüksel Eriş
kitabını Engin Erkiner’le birlikte ben yazdım, bin yıl sonra da insanlar
yazdıklarımı okuyacaktır. Sahi sen ne yaptın, hain hırsız arsız edepsiz düdük
dümbük deyyus katil casus pislik olmaktan başka!..
Nuray Bayındır, İrfan Dayıoğlu, Hasan Cabir,
Zeycan Karaca, Aleattin Özden, Haydar Yılmaz, İbrahim Yalçın, Engin Erkiner,
Sarı Serdar ve iki kişi daha bana el verdi. Elektriğim suyum telefonum
internetim doğalgazım kesilmedi. Miro Masalı devam etti.
İşte bu “el verdi” deyişim, Dalton Kardeşler
çetesini delirtti. Dışarıdan gazel okuyan cinsi cibiliyeti belirsiz çakal, bana
ana avrat düz gitti. İçeriden kuyruk sallayan cüce şarlatan, Noktasıyla
virgülüyle aynen katılıyorum!..” dedi. Yüksel Eriş adının arkasına
sığınarak bana saldıran çakalların elinde “devrim şehitleri” bayrağı vardı.
Öyle ise, şu “devrim şehitleri” kavramını da gözden geçirmek gerekir.
Müslüman inanışına göre, insanlar “inananlar” ve
“inanmayanlar” diye ikiye ayrılır. Allah’ın varlığına birliğine ve
Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna inanırsan, müslüman olursun. Bundan
sonrası, ne kadar müslüman olduğun ile ilgilidir.
Müslüman olmayan insana kâfir veya münkir denir.
Müslüman olmayı kabul etmeyen Yahudi’nin Hristiyan’ın Romalı putperest kişiden
farkı yoktur. Kâfir olanların hepsi bir millet sayılır. Müslümanlar birbirinin
din kardeşi kabul edilir. Müslümanlar arasında soy boy kavim kabile ırk
ayırımcılığı olmayacağı söylenir.
Müslümanlar da kendi içinde ikiye ayrılır. Özü
sözü davranışı bir olan kişiye mümin denir. Özü sözü davranışı bir olmayan
kişiye münafık denir. Müslüman olduğunu söyleyen en aşağı tabakadan bir münafık
kişi, en yukarıdaki münkirden üstün sayılır. Münafık olan, sözde görünüşte
mümin olana yakındır, özde davranışta münkir olan ile yan yanadır.
Müslüman olanların hepsi bir millet sayıldığı
için, iki müslümanın birbiriyle savaşması uygun görülmez. Birbiriyle savaşan
iki müslüman birbirini kâfir olmakla suçlar. Bu nedenle, Kâfir Saddam ve Deccal
Humeyni kavramı üretilmiştir. İki taraf da, savaşta ölen yurttaşlarını şehit
kabul etmiştir, öldürdüğü müslümanı kâfir ilan etmiştir.
Şehitlik kavramı din içeriklidir. Din uğruna
yapılan savaşta ölen müslümanlar şehit olur. Din uğruna savaşmıyorsan veya
müslüman değilsen, ne kadar kahramanlık yapmış olursan ol, ölürsen şehit
olmazsın. İşte o yüzden, kâfir toprağını ele geçirmek için yapılan savaşta
ölenler de şehit sayılmıştır. Vatan savunması yaparken ölenlerin de şehit
olduğu kabul edilmiştir.
Askerin inançlarının kuvvetli olması, şehit
olunca cennete gideceğine inanması, savaşırken ölüm korkusunu azaltır. Şehit
olursan cennete gidersin. Askerin şehit olması veya cennete gideceğine inarak
ölmesi, komutanın veya siyasetin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Ama her ne
olursa olsun, şehitlik kavramı çok önemlidir. Yalanı yanlışı ihaneti gizlemek
için örtü olabilir.
Müslüman olan, toplum için yararlı iş yaparken
ölürse, şehit defterine yazılır. Ama din inancı olmayan insanlar toplum için
yararlı iş yaparken ölmüş olsa bile, şehit olarak nitelendirmek doğru değildir.
Şehit olmak için, din uğruna yapılan savaşta ölmek şartı vardır. Din inancı
olsa da, olmasa da, devrim için ölenleri şehit olarak nitelendirmek yanlıştır.
Devrim için ölenler şehit olmazlar. Böyle bir niteleme onları yüceltmez. Tam
tersine, onların düşüncelerini etkisizleştirir ve başka görüşlerin hizmetine
sokar.
Yüksel Eriş, facebook sayfasında dini inanç
bakımından “materyalist” ve siyasi görüş bakımından “marksist-leninist” olarak
yazılmış. Öyle ise, “materyalist” ve “marksist-leninist” olduğu için, din
uğruna savaşırken ölmüş kişiler gibi şehit olmaz. Mahir Çayan, Ertan Sarıhan,
İlker Akman, İskender Şenol ve diğer devrimciler gibi vatan toprağı olur.
Patlama olduktan sonra, beş saat boyunca,
Yüksel’in bilinci yerindeymiş. Öleceğini anlayana kadar kim olduğunu
söylememiş. Ölmeden az önce, “Benim adım Yüksel Eriş. Ailem İstanbul’da
Feriköy’de!..” demiş. Görevli polis bu bilgiyi amirlerine bildirmek için
yanından ayrılmış. Döndüğünde, Yüksel’in öldüğünü anlamış. Yüksel ölür ölmez
başucunda bekleyen kız kayıplara karışmış. Daha sonra, Kurtuluşçular bir
fırsatını bulup Yüksel’in cenazesini kaçırmış. Polis yolda çevirme yapmış.
Cenazeyi geri getirmiş. Yüksel’i Trabzon’dan İstanbul’a getiren uçak, 40 dakika
İstanbul üzerinde uçmuş. Yer güvenlik önlemleri artırıldıktan sonra uçak yere
inmiş.
Yüksel bir polis ordusu eşliğinde Şişli
Camisi’ne getirildi. Yıkandıktan sonra, yine polis ordusu eşliğinde Feriköy
Mezarlığı’na götürüldü. Mezarlıkta aile bireylerinden ve benden başka kimsecik
yoktu. Polis “Aile dışında katılan var mı?..” diye sordu. Yüksel’in ablası aile
dışında kimsenin olmadığını söyledi. Ama bıyıklı esmer iki kişi dikkat
çekiyordu. Bu iki kişiden biri, Yüksel’in dayısının oğlu Vahit’ti, diğeri bu
satırların yazarı Cahit’ti. Vahit kimlik gösterimi yaptı. Cahit’in kimlik
bildirimi yapmasına gerek kalmadı.
Son olarak, “devrim şehitlerinin” mirasçısı olan
çakallar bana gelmesin. Devrimci şehit aylığı bağlatmak isteyenler, ilgili
devlet birimine gitsin. Şehit olsun veya olmasın hiç kimsenin mirası beni ilgilendirmiyor.
Yüksel benim için miras konusu değildir. 46 yıllık devrimci mücadelemin 6
yıllık bölümüne katılmış öğretmen arkadaşımdır. Yüksel’le birlikte 6 yılın
tamamını silsem bile, bana kalan 40 yıllık mücadele başımı dik tutmaya yeter.
Benim adım Cahit Çelik, iki satır yazdım, dört
çizik attım. Yalancı dolancı zalim zorba hain hırsız arsız edepsiz düdük dümbük
deyyus katil casus pislik olanın arkadaşı yoldaşı dostu olmam.
Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı 1-2-3-4, Mart 2010’dan bu yana http://deftercikler.blogspot.com adresinde alıcı
bekliyor.
Alacakaranlık kuşağında yaşayan anneler babalar
yanlış eğitime direnen çocuğu öğretmenin sözüne uyarak doktora götürüyor.
Doktor avcı olmuş, fırsatı kaçırmıyor, sağlıklı çocuğa hasta muamelesi yapıyor,
aspirinden uyuşturucuya kadar her şeyi deniyor. Çocuk uyuştukça mayıştıkça
annesi babası öğretmeni doktoru seviniyor. Olan, çocuğa oluyor.
Böylece, toplumun öncüsü olacak en sağlıklı
filizler ziyan ediliyor. Öncüsü olmayan toplumu yönetmek yönlendirmek için iman
kuvveti yetiyor. Bilime bilgeye sanata sanatçıya gerek kalmıyor. Resim Yapmayı
Öğreten Boyama Kitabı 1-2-3-4, avutmak uyutmak uyuşturmak için değil, öğretmeni
öğrenciyi aileyi uyarmak uyandırmak bilgilendirmek için yazıldı.
Bu kitapçıkları incelemeden, Boyama Kitabı
almayınız. Çocuğu, üç beş yabancı şirketin ve yedi sekiz beyinsiz pisliğin
merhametine bırakmayınız. Öğretmen iyi olursa öğrencisi kötü olmaz, öğretmen
öğrenciye hastalık teşhisi koyamaz, doktor öğrencinin eğitim sürecini
belirleyemez. Öyle ise, her şeyden önce güncel gerçeği görmek zorundayız.
Güncel gerçek bar bar bağırıyor. Resim dersini
İlköğretim Programı’ndan çıkartmışlar. Görsel Sanatlar diye uyduruk kaydırık bir
ders koymuşlar. Çocuklar resim yapmak istiyor ama nasıl yapılacağını bilmiyor. İşte
o yüzden, öğretmene öğrenciye aileye gerekli temel bilgileri yazdım ve çok
kaliteli çizimler yaptım. Başka seçenek kalmayınca, boyumdan büyük borca
girdim, kendim bastırdım. Tanıtımcılar tanıtmadı, dağıtımcılar dağıtmadı,
satıcılar satmadı, alıcılar almadı. Kredi kartı borcu batağına battım.
Yandaş oynaş candaş yoldaş özgür demokrat
evrimci devrimci ilerici gerici darbeci dümenci milliyetçi uulusalcı ırkçı
ayırımcı taraflı tarafsız kemiksiz kılçıksız medya, paradan başka değer
tanımıyor. Paradan başka değer kalmayınca, insanoğlu insanlıktan çıkıyor. Her
şeyi yazan gazeteciler, Resim dersinin İlköğretim Programı’ndan çıkarıldığından
ve yaptığım çalışmadan iki satırcık söz etmiyor. Öğretmen örgütleri kafayı kuma
gömmüş, eğitim programlarının içeriği ve uygulanışı ile ilgilenmiyor.
Yani benden başka, köyün delisi yok. Benim de
karım kızım oğlum oynaşım sırdaşım yok. Beş yeğenim var, beşinin de yaptığım
çalışmadan yararlanmaya ihtiyacı yok. Ayağımı yerden kesecek bir düldül, başımı
sokacak bir ev, tencereyi kaynatacak emekli aylığım var. Bu kitapçıklar
satılırsa borçlarımı öderim, belki dört kitapçık daha yaparım. Kitapçıklar
satılmazsa, evimi satarım, sokakta yatarım, yine de başımı dik tutarım!..