Elmanın iyisi kurtlu olur!..

Cahit Çelik


Yüksel Eriş vatan toprağına ekilirken, Mihrac Ural aranan bilinen biri değildi. İstanbul’da olduğu halde, mezarlığa gelmedi. Yüksel’in mezarına kırmızı gül karanfil veya mor menekşe bir yana, kibrit çöpü bile bırakmadı.

Daha sonra, Yüksel’in nasıl ve niçin öldüğünü veya öldürüldüğünü bildiği halde açıklamadı. Yüksel öldüyse, Yener niçin ölmedi? Yener ölmediğine göre, Yüksel niçin öldü? Bombayı yapan ölmemiş, bomba yapana bakan ölmüş. Örgüt lideriysen, senden önceki liderin nasıl ve niçin öldüğünü veya öldürüldüğünü bileceksin. Bilmiyorum dersen, Yüksel’i öldürenlerin suç ortağı olmaktan kurtulamazsın. Ben bunu buraya yazdım, sen de yazacaksın.

Yüksel Eriş blogu içerik ve biçim bakımından böyle olmayacaktı. Yüksel’in fotoğraflarını yayınlamakla yetinecekti. Mihrac’ın saldırganlığı yüzünden amaç ve içerik değişikliği yaptım. Yüksel Eriş blogu sayesinde, Yüksel’in kardeşi Hüseyin’i Mihrac’ın ağzından aldım. Daha önemlisi, Yüksel’in hain hırsız arsız edepsiz katil casus pislik takımı ile arkadaşlık yoldaşlık bağı olmadığını açığa çıkarttım.

Yüksel Eriş'in gölgesine sığınmış iki grupçuk var. İkisi de yanlış işler yapıyor. Ama yine de hiç utanmadan Yüksel'e “yoldaş” diyor. Bunlardan biri, Kurtuluş Cephesi ve Eriş Yayınları adını kullanıyor. Devrimcilik adı altında ticaret yapıyor. Buna bir diyeceğim olamaz. Yüksel’in “... kır gerillasının stratejik hazırlıklarını yönetti” iddiasını da görmedim duymadım diyebilirim. Yüksel Eriş “... 21 Ocak 1977 günü yaşamını yitirmiştir” dedikleri için, onlara sormak zorundayım. Yüksel 21 Ocak 1977 günü öldüyse, mezar taşında niçin 22 Ocak 1977 yazıyor? Yüksel’in son beş saatini aydınlatmak varken, o karanlık beş saati silmek size ne kazandırıyor? Yüksel Eriş blogu duyurusu yapmak, size niçin öyle ağır geliyor? “Ermeni Soykırımı” yaptığımızı yazmışsınız. Mihrac ile suç ortağı değilseniz, Yüksel’i niçin yazmadınız?..

İkinci grupçuk adına Mehmet Yavuz, “Mihrac da evdeydi. Orada daha sonra adının Yüksel Eriş olduğunu öğrendiğim kişiyle tanıştık. Ankara’dan geldiği söylendi. TDAS’la ilk kez orada tanışmış oldum. Yüksel Eriş, broşürü okuyup açıklamalar yaptı. Teorik tartışmalar sonunda evvela kağıt üzerinde daha sonra da temel malzemeleri kullanarak saatli bombanın nasıl yapılacağını ilk kez kendisinden öğrendik. Yüksel Eriş, bir daha Antakya’ya gelmedi. Uzun bir süre sonra Yüksel Eriş'in, Trabzon'da saatli bomba yapımı sırasında meydana gelen patlamada öldüğünü duyduk. Daha sonraları olayın ayrıntısını da öğrendik. Her türlü bağlantısını yaptığı bombanın, uzun gelen kablolarını kısaltmak için makasla keserken devrenin tamamlanmasına neden olmuş ve bomba infilak etmişti. Yüksel Eriş parçalanarak ölmüş, yanında bulunan Y.O. ise kolunu kaybederek olay yerinden kaçmıştı!..” demiş.


Mihrac Ural “TDAS'ı Kim Yazdı?” başlıklı yazıda, “Yüksel Eriş hocayı Antakya’daki örgütsel çalışmalar ve örgüt birimi toplantılarında misafir ettiğimiz zaman, uzun uzun sohbetlerimiz oldu. Örgütün bir mahalle biriminde (Orhanlı mah. Hac Halil Çıkmazındaki evde) yaptığımız toplantıda; Yüksel Hocanın dikkatini, üzerine notlar yazılmış TDAS broşürü çekmişti. İncelemeye başladı, broşür üzerindeki kısa cümleler, soru işaretleri, yıldızlar, altı çizili yerleri tek tek ve dikkatlice incelemesi, benim de ilgimi çekti. Yüksel Hoca, bir kaç dakika devam eden bu durumun ardından, dönüp bana sordu; ‘Bu yazılar sana mı ait, eleştirdiğin, sorun gördüğün yerler mi var?’ dedi. Mahcup olmuştum. O koşullarda bir illegal yayın üzerinde sorgulayıcı cümleler yazmak, kutsal kitabı karalamak gibiydi. Buna rağmen cevap olarak; ‘inceliyorum, konusunu iyi kavramak için kendi bilgilerimle uyumsuz olanlara not düşüyorum, ancak siz bununla neden bu kadar ilgili oldunuz, TDAS'ı siz mi yazdınız?’ diye sordum. Yüksel Hocanın refleksi, TDAS’ı yazan birinin refleksiydi. Bende öylesi bir kanaat oluşturmuştu. Sorumun nedeni de buydu. O da ‘Hayır. TDAS, birçok yoldaşın farklı hazırlıkları ve katkılarıyla yazılmış bir broşürdür’ dedi. Tabi ki o zaman, kimdir nedir soruları sorulamazdı, buna gerek yoktu!..” diye yazmış.


Mihrac “Tırmanış ve Sukut” başlıklı yazıda yeni şeyler yumurtlamış.

“Yüksel Eriş yoldaşın Antakya’ya vardığında gördüğü siyasal tablo, geldiği merkezden örgütsel olduğu kadar kitlesel ve kurumsal açıdan daha ileri bir düzeydeydi. 18 yaşındaydım, ama o dönemin ölçüleri içinde önemli olan illegal yayın ele geçirip okuma şansını yakalamıştım.

Yüksel Eriş yoldaş, bu tablo karşısında bize büyük bir sevgiyle bağlandı. Ortalıkta kendi kendine oluşmuş bir örgüt vardı; ayakları üzerinde dik duran insanlarla karşı karşıya kalmanın şaşkınlığı içindeydi Eriş yoldaş...

İnanç doluydu, kararlıydı, birikimli ve bilinçliydi; ancak silahlı mücadele örgütü kadrosu yöneticisi olmaktan çok uzaktı. Silahtan bahsediyordu ama silahı hiç bilmiyordu, tabancayı bile iyi bilmiyordu. Bu konumu onun saygınlığından, siyasal birikiminden bir şey kaybettirmiyordu nazarımızda; ancak sonra ilk hata son hata denilen durumla karşılaşılınca ne anlama geldiği bilinecek bir durumdu. O dönem, ‘Laz işi’ o kadar çok silah piyasanın dolaşımındaydı ki, sahtesini gerçeğinden ayırmak için iyi bir gözlemci olmak yetmez, iyi bir silah teatisinde olmak gibi tecrübeleri gerektiriyordu.

Yüksel Eriş yoldaş bundan epey uzaktaydı. Patlayıcılardan ise tamamen uzaktı. Okuyordu, elinde getirdiği yazıları açıklıyordu, özgünlükleri vardı. Sakin, geniş tartışmaya açık, ilgili olduğu konularda ayrıntılı ve hassastı. Uzun tartışmalar yaptık. Notlar aldık. Temel konularda anlayış birliğine varmıştık; örgütün açık kalan konularında yapacağımız tamamlayıcı çalışmaları anlattık, onu ikna ettik. Yayınlayacağımız temel nitelikteki yazılarımız üzerine konuştuk, bir anlayış birliğine ulaştık. 

Yükselen faşist dalgaya, artan katliamlara ve baskılara karşı savunma amaçlı yaygın ihtar eylemi olarak, ülkücü faşistlere karşı ilin tüm alanlarında bombalama eylemleri yapılacaktı ve bunun planını Yüksel Eriş yoldaşla paylaşmayı uygun gördük. Bize şunları söyledi; ‘Bu eylemleri şu an örgütümüz kaldıramaz, eziliriz. Malatya Beylerderesi şokunu atlatmış değiliz. Bu eylemleri 'Hatay Kurtuluş Ordusu' gibi bir örgüt adıyla yaparsanız daha yerinde olur.’

İlk kez Hatay davasıyla ilgili olarak bu yönde bir düşüncenin dile gelişine tanık oluyordum. Oluşturduğumuz komitede yer alan bir dizi yoldaşımla birlikteydim. Şaşkındık. Bizim bir ülkenin genel demokrasi mücadelesi dışında ne bir eğilimimiz ne de bir çabamız vardı. Bu önerme nereden geldi? Nasıl ortaya çıktı? Yüksel yoldaşın bunu önermesinin bilinçaltı birikimleri neredendi, hiç bilemiyorduk. Ancak anladık ki Yüksel Yoldaş Hatay davası konusunda belli bir bilinç düzeyine sahipti. Bir ayrı varlık gerçeğini kavrıyordu. Arap halkının bu alandaki kimlik haklarıyla ilgili önemli bir davasının olduğunu bilince çıkartmıştı.

Yüksel Eriş yoldaş üzerimizde derin izler bırakarak gitti; 26 Ocak 1976’da Malatya Beyler Deresi kuşatmasında, örgüt kurucu liderleri şehitlerin anısına yapılan eylem hazırlığıyla ilgili patlayıcılar konusunda işlenen bir hata sonucu, dinamit lokumlarının patlamasıyla şehit oldu (21 Ocak 1977). Yanında çok ağır yaralı halde yaşama dönen bu gün de değerli bir yazar, zaman zaman hala ortak siyasal sohbetlerle yazı yazdığımız yoldaşımız vardı. Ayrıntıları zamanı gelince ondan dinleyeceğimizi umuyorum!..” demiş.


Mehmet Yavuz’un ve Mihrac Ural’ın anlattıklarına bakılırsa, Yüksel Eriş hemen 184 sayfalık Türkiye Devriminin Acil Sorunları başlıklı yazıyı okumuş açıklamış tartışmış ve görüş birliği sağlamış. Bomba yapmayı da öğreteyim bari, demiş. Hızını alamamış, bir de Hatay Kurtuluş Ordusu önermiş. Hatay Davası’nı bilince çıkartmış, Ayrı Varlık gerçeğini kavramaya başlamış. Silahtan anlamazmış ve “patlayıcılardan ise tamamen uzak”mış. Daha sonra, “bir hata sonucu” “parçalanarak ölmüş”. Yüksel “dinamit lokumlarının patlamasıyla şehit oldu”ğu zaman “yanında bulunan Yener Orkunoğlu ise kolunu kaybederek kaçmış” imiş. Atış serbest!..

Yüksel Eriş’in Antakya’ya 1976’nın yaz aylarında gittiği biliniyor. Mihra’cın da 1956 doğumlu olduğu biliniyor. 1976’dan 1956'yı çıkartırsan geriye 20 kalır. İşte bu 20 Mihrac’ın yaşı oluyor. Ama buna rağmen, Yüksel’le tanıştığımda “18 yaşındaydım” diyor. Demek oluyor ki, Mihrac Ural “deste bozmadan” çıkarma yapmayı bilmiyor. Bir de bu kafayla ona buna dalaşıyor!..

Öğretmenliğimin ilk günlerinde, öğretmenlerin ve öğretmene rehberlik edeceklerin benden daha bilgisiz olduğunu gördüm. Az çok bilgi sahibi olanların da benimle aynı görüşte olduğunu öğrendim. Eğitim programlarının içeriğinin ve uygulanışının daha demokratik olması için uğraştım. Öğretmenlik görevimi yaparken, İlkokul Programı’ndaki boşluklardan ve Okul Müdürü veya İlköğretim Müfettişi olmuş kişilerin bilgisizliğinden dikkatsizliğinden yararlandım. Yüksel’in de yararlanması için, uygun örnekler üzerinden bilgi paylaşımı yaptım. 

Eğitimde programsız çalışmanın başarılı olma şansı yoktur. O yüzden, İlköğretim Programı’nda yeterince açık olmayan konuları araştırırdım ve ayrıntılı Yıllık Plan yapardım. Yazdığım hiçbir konu, Okul Müdürü veya İlköğretim Müdürü  veya İlköğretim Müfettişi tarafından uygunsuz görülmedi. Hepsi attı imzayı, bastı mühürü, paylaştı sorumluluğu.

İşte bu konulardan biri, Yüksel’in dikkatini çekmiş. Yıllık Plan’da “Doğru düşünebilmenin kuralları” başlığı altında yazdıklarımı bana okudu. “Bunları kafadan mı yazdın?..” dedi. “Kafadan değil, Program’da var!..” dedim. “Hadi be sen de!..” dedi. Aldım defteri elinden, başladım kendimi savunmaya.

Yıllık Plan’da “Her şeyin bir yolu yordamı vardır. Doğru düşünebilmenin yedi kuralı vardır: 1) Her şey birbirine bağlıdır, 2) Her şey durum değiştirir, 3) Nicel birikimler nitel değişime yol açar, 4) Karşıtların mücadelesi gelişme yaratır, 5) Madde bilinçten önce gelir, 6) Dünya dedikleri gerçektir, 7) Her şey bilinebilir!..” diye yazmışım. Okul Müdürü’ne ve İlköğretim Müdürü’ne onaylatmışım. İlköğretim Müfettişi de görmüş imzalamış. Program’a uygun olduğu görülmüş ve sorumluluk paylaşılmış.

Okumaya devam ettim. “Her şeyin bir yolu yordamı vardır. Yanlış düşünmenin yedi kuralı vardır: 1) Her şey birbirinden bağımsızdır, 2) Her şey olduğu gibi kalır, 3) Nicel birikimler nitel değişime yol açmaz, 4) Karşıtların mücadelesi gelişme yaratmaz, 5) Maddeyi bilinç yaratmıştır, 6) Dünya dedikleri yalandır, 7) Hiçbir şey bilinemez!..” diye, tam karşıt görüşü de yazmışım. Bunu da onaylatmışım. 

Şimdi sen, “Yanlış görüş öğretmek de programda var mı?..” diye soracaksın. Bu da Program’da var. Doğruyu öğreten yanlışı da öğretmiş olur, yanlışı öğreten doğruyu da öğretmiş sayılır. Yani ben çift dikiş yaptım!..” dedim. 

Yüksel yaptığım işi beğendi ve bir fıkra anlattı. “Delinin biri akıllanmış. Doktor deliyi sınava almış. Sorulan her soruya deli doğru cevap vermiş. Doktor deliyi taburcu etmiş. Deli hastaneden çıkarken doktor delinin bütün soruların cevabını nasıl bildiğini merak etmiş. Akıllanmış deli, eliyle kalçasına vurarak ‘Buna kafa derler, kafa!..’ demiş!..” dedi. 

Gülüşmemiz bittikten sonra, “Müdürler müfettişler bu kadar bilgisiz mi?..” diye sordu. Öyle olmadığını açıkladım. “Beyinsizler bize karşı, diğerleri bizden yana!..” dedim. Yüksel bunu unutmamış. Aydın’da 19 Mayıs için fon müziği seçimi yapılırken, Yarınlar Bizim şarkısını “aşırı politik” bulanların karşısına, Venceremos’u “politik olmayan” seçenek olarak çıkarmış. Herkes müziğin güzelliğini alkışlamış. Yüksel de onları alkışlamış.

Yüksel’in eliyle gösterdiği, daha doğrusu dokunduğu, o her şeyi bilen karpuz kafalardan birinin de Mihrac Ural olduğu açığa çıktı. Yüksel’e “TDAS’ı siz mi yazdınız?..” diye sormuş. Yüksel  de “TDAS, birçok yoldaşın farklı hazırllıkları ve katkılarıyla yazılmış bir broşürdür!..” demiş, ama Mihrac bu numarayı yememiş. TDAS’ı Yüksel’in yazdığını “refleksten” anlamış.

Daha sonra, Engin Erkiner TDAS-1’i ben yazdım dediği halde, Mihrac bunu kabul etmemiş. Maksat muhabbet olsun diye, Engin Erkiner’e bir daha “TDAS-1’i sen yazmadın, söyle kim yazdı!..” diye sormuş.

Engin bunu bilemez. Ama ben bilirim. Mihrac’ın gül hatırı için, hakiki gerçeği açıklamak isterim. TDAS-1’i Engin Erkiner yazmadı, Kasımpaşalı Recep yazdı desem inandırıcı olmaz. Tophaneli Osman veya Sülün Osman yazdı desem, Asfalt Osman gücenir. TDAS-1’i Genç Osman yazmış olabilir. Belki de, Çelebi Mehmet veya Musa Çelebi yazmıştır. Bunlar da Osmanlı olduğuna ve Osmanlı’da akıl olmadığına göre, TDAS-1’i Şeyh Bedreddin yazmıştır. Gittim, mezarını ziyaret ettim. Ziya Gökalp ile “Türkçülüğün Esasları” bitti. “Kürtçülüğün Esasları”nı mı yazsak, yoksa Kadim Roma Kenti Antakya’nın Gülleri’ni mi öne çıkartsak diye tartışıyorlardı. Beni görünce tartışmayı kestiler. Şeyh Bedreddin, Mihrac adını duyar duymaz mezarında dört defa döndü, “TDAS-1’i yazacak akıl Osmanlı’da yok. Arapça bilmeyen Acil’i yazamaz. THKP-C Genel Sekreteri Miro yazmıştır!..” dedi. Gazeteci Hasan Tahsin de bu söyleşinin tanığıdır. Bana inanmayan, İstanbul’da Cağaloğlu’nda Türk Ocağı binasının bahçesinde gömülü Şeyh Bedreddin’i ziyaret edebilir. Miro’nun marifetlerini uçan kaçan kuşlardan sorabilir.

Toplumsal ayrışmanın çatışmanın farkında bile olmayan bilge kişilerin anlattığına göre, Ermeniler ve Kürtler 4.000 yıl önce Avrupa’dan Anadolu’ya geldiler. Serindir görkemlidir dosttur diye dağların doruğuna yerleştiler. Yörenin yerli halkı Hurriler ile birleşip bütünleştiler. Kandil Dağı yaylasında Med Uygarlığı'nı yeşerttiler. Daha sonra, Ermeniler ortodoks hristiyan oldular. Kürtler müslüman olmak için beklediler. Ama bu arada, Urartu Uygarlığı’nı yarattılar. Yarattıkları uygarlığın adını okurken ayrıştılar. 1071’de göçebe Türkler geldi Asya’dan Anadolu’ya. Malazgirt Savaşı’nda Kürtler Türkler’e yardım etti. Hikâye böyle, yersen!..

Tarih, belgeye bilgiye sezgiye dayalı kurgulanmış hikâyedir. Doğaldır ki, her yazı yazarının kavrayışını duygularını düşlerini gerçeğini yansıtır. Köleciler, tarih yazarlığı yaparken, zalimliği zorbalığı hainliği hırsızlığı haklı gösterdi, köleciliğe karşıt olan her şeyi aşağıladı suçladı dışladı. Arkeologlar geçmişin küllerinden kaya gibi sağlam bilgiler üretiyor. Bu bilgileri doğru değerlendirenler, toplumsal ayrışmanın çatışmanın beş bin yıl önce başladığını bilenler, bu ayrışmanın çatışmanın dörtbin yıl önce ulaştığı boyutları görenler, Anadolu’yu dışarıdan gelen yaban sürüleri baştan başa yaktı yıktı demezler. Bunu dedikten sonra, Frig Uygarlığı’nı galiba bu yakıcı yıkıcı yaban sürüleri yarattı, diyemezler.

Ekrem Akurgal, 4.000 yıl önce Anadolu’da altından beş kat değerli bir maden vardı, bu maden o çağda yeni keşfedilmiş demir olsa gerektir, diyor. Az bulunuyor olsa da, demir o çağda niçin bu kadar değerlidir? Demirden yapılmış baltayı bıçağı kamayı eline alırsan, istediğini kesersin. Gırtlağına dayayınca bıçağı, herkesi köle yaparsın. Bulunduğun yerde yörede kral olursun. Köle olmayı kabul etmeyenler de seni cayır cayır yakar. İşte buradan, dört bin yıl önce Anadolu'da ne olduğu açığa çıkar. 5.000 yıl önceye gitmezsen, 4.000 yıl önce Anadolu'da ne olduğunu bilmezsen, Hatti’den Hurri’den Luvi’den Truva’dan Selçuklu’dan Osmanlı’dan “Bana ne ya!..” dersen, belirleyici olguyu çizgiyi biçimi rengi gerçeği görmezsen, önünde sonunda birgün Türkiye toprağına hasret kalırsın. Vatan ne demekmiş, işte o zaman anlarsın.

Mayadağ’dan uçup Vardar Ovası’nı geçtiysen, Selanik’den Tekirdağ’a geldiysen, Hoşköy’de rakı şarap içtiysen, Yüksel gibi devrimci olursun. Devrimcilik palavrası atan hainlere hırsızlara zirgillere zibidilere güvenirsen, gök ekin biçilmiş gibi biçilir gidersin.

5.000 yıl önce, çömlekçi çarkı döner dönmez, köleci düzen ilişkileri oluştu. 4.000 yıl önce, demirci körüğü icat edilince, demirden balta bıçak kama gibi kesici delici aletler yapıldı. Elinde baltası bıçağı kaması olanlar olmayanları zorla köle yaptı. Köle olmayı kabul etmeyenler de kölecileri cayır cayır yaktı. Köleciler korkaklar hainler dağlara uzaklara kaçtı. Dağlara kaçanlar toplum yaşamının dışında kaldı. Uzaklara kaçanlar insanlıktan çıktı.

4.000 yıl önce, Anadolu’da konuşulan dillerde, Atta’yı Otu biçiminde söylemek doğaldı. Otu’nun Tu biçiminde söylenişi de yaygındı. Trakya’nın T’si işte buradan gelir. Trakya, Büyük Atta’nın Yeri Yurdu demektir. Türkiye adı da aynı anlamdadır. Trak adı, soy boy kavim kabile belirtmez, baba tanrı Atta’nın egemen olduğu alanı ve o alanda yaşayanları belirtir. Trakya adının, T(u)-uR(a)-K(a) biçiminde söylenişi, Türk adının da kaynağı oldu. Türk adı, Orkhun Yazıtları’ndan bin yıl önce Anadolu’da Ksanthos Yazıtı’na yazıldı. Yazıt okunur okunmaz, yabancı kölecilere teslim olmaktansa aile boyu ölmeyi seçen kölecilerin Türkler olduğu açığa çıktı. 

Hattuş’tan batıya gidildikçe Atta’nın Ta sesi Te De Ze biçimine dönüştü. Doğuya gittikçe Atta’nın Otu biçiminde söylenişi yaygınlaştı. Dedekorkut Hikâyeleri’nde Türkler’e soy boy veren Oğuz, işte bu baba tanrı Otu olmalı. Oğuz’dan önce Mete vardı. MeTe adının aslı, (a)Ma-(a)TTa olduğu ve bunun da “Toprak Ana’nın erkeği Atta” anlamına geldiği yeterince açıktır. Türkler adını Atta’dan almıştır. Kavim kabile soy boy ırk inanç ayırımcılığı yapmadan millet olmayı başarmıştır. Kürt adının da bir anlamı vardır. Merak edenler, Bilge Umar'ın Türkiye’deki Tarihsel Adlar kitabını okumalıdır.

Amasya’da Tokat’ta anaya babaya insana insanlığa doğaya doğallığa saygı vardır, zalime zorbaya haine hırsıza saygınlık yoktur. Eline beline diline eşine yoldaşına sahip olanlar, Toprak Ana’nın etrafında semah dönüyor.

Toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında uygarlık arayanlar, Anadolu adının Anatolia’dan geldiğine inanıyor. Anadolu adı Anatolia’dan gelmez, Anatolia kavramı Anadolu’dan gelir. Grek adının G’si Toprak Ana’yı anlatır, Türk adının T’si baba tanrı Atta anlamındadır. Grek’in G’si ile Türk’ün T’si arasında en az bin yıllık fark vardır. Ege’nin doğusu ile batısı arasında 1000 yıllık gark olduğunu Ekrem Akurgal açıklamıştır.

Truva Savaşı’ndan beş yüz yıl sonra, Dinar’a gelen köleciler, baba tanrı Atta’nın gücünü görkemini gördüler ve adını bile değiştirmeden Zeus Kelanaus’u bizden çaldılar. Çorum Hattuş Yazılıkaya’da taşa oyulmuş on iki tanrıyı  Zeus için aile yaptılar. Zeus’un bilinen en eski adı, Zeus Kelanaus’tur. Kelana, Dinar’ın eski adıdır. Kelanaus, Dinarlı anlamındadır. Köleciler erkek tanrıya inanır. Köleciliğe karşıt olanlar, Toprak Ana’nın doğurganlığına inanır. Söylersen bana inandığın tanrıyı, söylerim sana içinde yer aldığın toplumsal yapıyı. 

Yüksel Eriş toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında “insan erdemleri” arayan uçuk kaçık beyinsizlerle tavla bile oynamazdı.

4.000 yıl önce Anadolu’da, güzel yüzlü tanrı kadın Toprak Ana’nın karşısına, zalimliğin zorbalığın köleciliğin tanrı babası Atta çıktı. Atta’ya inananların başında krallar ve kralcıklar vardı. Kralların kralcıkların baltasına bıçağına karşı, köle olmayı kabul etmeyenler de ateşe sarıldı. Anadolu baştan başa yanarken, can derdine düşmüş korkaklar dağlara uzaklara kaçtı. Kölecilerin tanrı babası Atta, kölecilerle birlikte kayıplara karıştı. Toprak Ana Amasya’da toprağa kök saldı.

Köleciler yararlandıkları her yeri yöreyi ırmağı dağı yerleşimi baba tanrı Atta’nın Otu’nun adıyla adlandırdı. Uzaklara kaçmış gitmiş kölecilerin yerleştikleri yeri yöreyi Otu-na (Otu’nun yeri yurdu) diye adlandırması doğaldı. Lakin, Otu-na denilince herkesin aklına yakmak yakılmak geliyordu. Yanmaktan yakılmaktan başka bir işe yaramayan çalıya çirpiye dallara köklere ve kaba saba hanımlara beylere o günden bu yana odun diyoruz. Odun adı, dört bin yıl önce Anadolu’da kopan kıyametin ufacık bir izi olmaktan öte anlam taşımaz. Toplumsal ayrışmanın ulaştığı boyutları gözden kaçıranlar, odun adının anlamını kavrayamaz. Avrupalı olmayı başarmış kemirgen sömürgen köleci takımının bizimle arkadaşlık yoldaşlık kardeşlik ilişkisi yoktur. Ama hepsinin dört bin yıl önceden kalma kuyruk acısı vardır. 

Dört bin yıl önce kıyamet koparken, kölecilerin elinde keskin balta bıçak kama varken, köleciliğe karşı direniş yapanlar ateşe sarılmışken, “yiğitliğin onda dokuzu kaçmaktır” görüşü ortaya çıktı. Dağlara kaçanların bir bölümü, Ermeni olmayı başardı. Dağdakilerin diğer bölümü daha korkaktı. Dağların doruğunda 4.000 yıl yaşadılar. Adlarını dağdan doruktan aldılar. Dağdan düze inerken ikiye ayrıldılar. Kavim kabile soy boy inanç ayırımcılığı yapmayanlar, yurdunu yurttaşını korumak için, yabancı kölecilerin karşısına aslan gibi çıktılar. Zaferden sonra, kimsenin köküne bakmadan birleşerek bütünleşerek bir millet yarattılar. Varsıllığı yoksulluğu acıyı biberi elmayı şekeri her şeyi paylaştılar. 4.000 yıl önceki toplumsal ayrışmanın çatışmanın izini tozunu unutmuş dağ adamları, toplumsal gelişme sürecine ayak uyduramadılar. Aşiret denilen sürüler halinde ona buna satıldılar. Ayrışmak için kardeş kanı akıttılar. Yanlış yaparken ihanet bataklığına battılar. Beş bin mehmetçik kanlar içinde yerde yatarken, davulla zurnayla giriş yaptılar!..

Kemal Atatürk “Ne mutlu Türküm diyene!..” dediği anda, 5.000 yıllık ayrılık karşıtlık bitti. Ağalık tefecilik bezirgânlık çöplüğe atıldı. Sömürgenler kemirgenler hainler hırsızlar bundan hoşlanmadı. Atatürk’ten sonra yönetim sağını solunu yolunu şaşırdı. İşbirlikçi tekelci yerli aymaz yobaz paragöz burjuva sınıfı ve ortaçağ artığı ağa tefeci bezirgân molla takımı, en büyük yanlışı yaptı. Memleketi milleti asker dahil her şeyi sattı. 5.000 mehmetçik kanlar içinde yerde yatarken, dağdan gelenler davulla zurnayla karşılandı. Anlayana sivrisinek saz!..

Yüksel fırsatı kaçırmazdı, “Ben anlamadım, şu işin özünü özetini bir daha anlat!..” derdi. Ben de Türkiye Tarihi’nin ana çizgilerini yedi yaşındaki çocuğun bile anlayabileceği dille anlatırdım. Yüksel dikkatle dinlerdi.

Edebiyatta sanatta siyasette yaşamda başarılı olmak için, önce gerçeği görmeliyiz. Dünyayı ve olayları doğru kavramalıyız. Yaşadığımız her şeyden ders çıkartmalıyız. Yurdumuza yurttaşımıza çağımıza çağdaşımıza insana insanlığa doğaya doğallığa sahip çıkmalıyız. İnsanlığın bilgi birikiminden yararlanmalıyız.

Yeryüzünde insanlığın yeşerdiği ilk yer, Anadolu toprağıdır. 15.000 yıl önce, ilk buğday tohumunu toprağa eken yurttaşımız, insanlığın yolunu açtı. Ektiğimiz her tohum tanesi toprakta beş on yirmi kat çoğaldı. İşte bu çoğalma yüzünden, Anadolu insanı toprağın doğurganlığına inandı. Ve toprağı, tanrı kabul etti. Toprak Ana’nın kucağında yırtıcı hayvanlara bile yer vardı.

Anadolu insanı çanak çömlek yaparken, çömlekçi çarkı yapmayı akıl etti. İnsanoğlunun yaptığı ilk teknik devrim, işte bu çömlekçi çarkıdır. Çömlekçi çarkı 5.000 yıl önce döner dönmez toplum yaşamında köleci düzeni dayattı. Doğaldır ki, o güne kadar üretimin dışında olan avcı toplayıcı savaşçı kurnaz erkek, olayı hemen kavradı ve kadının elinden çömlekçi çarkını aldı. Savaş tutsaklarını zorla çalıştırdı, onları köle yaptı, kölecilik çağını başlattı. Ve baba tanrı Atta'yı yarattı.

Köleciliğe karşı direniş devam ederken, çömlekçi çarkından 1000 yıl kadar sonra, demirci körüğü geldi girdi yaşantımıza. 4.000 yıl önce demirden balta bıçak kama üretildi. Baltanın bıçağın kamanın üretilmesi, Anadolu’da kıyametin kopmasına yol açtı. Kralların ve kralcıkların elinde balta bıçak kama vardı. Köle olmayı kabul etmeyenler ateşe sarıldı. Kıralları ve kıralcıkları yaktılar. Can derdine düşen köleciler, sürüler halinde dağlara uzaklara kaçtılar. Avrupa içlerine kaçanlar, geldikleri yeri yöreyi bile unuttular. Dağlara kaçanlar, toplum yaşamının dışında kaldılar.

Köleciliğe karşı direnenler, Anadolu toprağında Türkleştiler. Türkleşme, kavim kabile soy boy dil din değiştirme değildir, yurduna yurttaşına sahip çıkmaktır, ekildiği dikildiği toprağa egemen olmaktır. Anadolu’nun baştan başa yakılmasından yıkılmasından yüz yıl sonra, günümüzden 3.900 yıl önce, Anadolu’da akıllanmış kırallar ve kıralcıklar kuşağı ortaya çıktı. Krallar ve kralcıklar içeriden dışarıdan gelen tehlikelere karşı akıl fikir eylem birliği yaptı. Her savaştan sonra durum değişti. Kralcıklar kralların, krallar da Büyük Kral’ın egemenliği altına girdi. Kızılırmak yayı içinde Hatti, Doğu’da Hurri, Güneybatı’da Luvi kırallığı vardı. İşte bu üç büyük kırallıktan doğdu Hatti İmparatorluğu. Anadolu ilk defa birleşmiş bütünleşmiş oldu.

Hattiler Hurriler Luviler, Anadolunun yerli halkıdır. Başkası vardır, öncesi yoktur.

Yunan köleciler, demirden balta bıçak kama yapmayı öğrenince, 3.250 yıl önce, Anadolu’ya saldırdılar. Çanakkale’de Truva Savaşı’nda biz yenildik. Yurdumuz ilk defa işgal edildi. Yabancı boyunduruğu altına girmeyen yerli krallar kralcıklar ve köle olmayı kabul etmeyen insancıklar öldürüldü. Tutsaklar köle yapıldı. Truva Savaşı’ndan sonra, beş yüz yıl boyunca okur yazar kimsenin olmadığı karanlığın külleri örttü Anadolu toprağını.

Kölecilerin dayatması sonucu Anadolu’da Yunan dili yaygınlaştı. Edebiyatçılar sanatçılar bilginler zenginler Yunanca konuşmaya okumaya yazmaya başladı. Heredotos Homeros Strabon Tales Anaksimenes Diogenes Isidoros Sostratos Hippodamos Eudoksos ve daha diğerleri, Anadolu insanı olduğu halde, Yunan nüfusuna yazıldı.

Anadolu toprağında Yunan kölecilerin egemenliği devam ederken, İsa’dan 550 yıl önce doğudan İranlı köleciler geldi. Ksanthoslu ve Kaunoslu kölecilerin dışında direnen olmadı. Yunan egemenliği bitti. Anadolu ikinci defa işgal edildi.

Persler’den 220 yıl sonra Makedonya Kralı İskender geldi Anadolu’ya. Termessos halkı, İskender'in 20.000 kişilik ordusuna karşı bir avuç kuvvetle direndi. İskender başarılı olamayacağını anlayınca geri çekildi. Ama yine de, krallar kralcıklar hiçbir direniş yapmadan İskender’e teslim oldu. Anadolu üçüncü defa işgal edildi.

İskender, Suriye üzerinden Mısıra gitti. İran’ı Afganistan’ı Pakistan’ı işgal etti. Kurduğu imparatorluğu yönetmek için Babil’e geldi. Babil’de kırk güne kalmadan ishal oldu öldü gitti.

Pers devleti yıkılır yıkılmaz, İranlı Mitra Amasya’da Pontos Kırallığı devletini kurdu. İskender artıklarıyla otuz yıl savaştıktan sonra, esir düştü ve öldürüldü. Yerine oğlu İkinci Mitra geçti. Savaş devam etti. Pontos Kırallığı, Anadolu’da kurulan ikinci yerli bağımsız devlettir.

Üçüncü Mitra’nın oğlu Farnakes, İsa’dan önce 185 yılında, Sinop’u aldı ve Pontos Kırallığı’na başkent yaptı.

Altıncı Mitra kral olduğunda ufacık bir çocuktu. Ama hayalleri düşleri büyüktü. Karadeniz kıyılarını ve Kırım’ı aldı. İsa’dan önce seksen sekizde, Romalı köleciler savaşa katıldı. Pontos Krallığı'nın orduları, Yunan ve Roma egemenliğini kıra kıra, Sinop’tan İzmir’e uzandılar. Bir günde 80.000 Romalı’yı öldürdüler. Atina’yı kuşattılar. Bergama’yı Pontos Krallığı’na başkent yaptılar. Truva Savaşı’ndan bin yıl sonra, yabancı kölecileri bozguna uğrattılar.

Altıncı Mitra’nın akılsız oğlu Farnakes, düşmanın gözüne girmek için, kendi öz babasını öldürdü ve babasının ölüsünü armağan olsun diye düşmana gönderdi. Romalı köleci Sezar, armağanı alır almaz fırsatı değerlendirdi, 20.000 kişilik ordusuyla saldırıya geçti. İki ordu Zile’de buluştu. Farnakes’in bir günde 80.000 Romalı’yı öldüren 40.000 kişilik ordusu, İsa’dan önce 47 yılında Zile’de Romalı Sezar’a yenildi. Sezar “Geldim, gördüm, yendim!..” dedi. Pontos Kırallığı bitti. Anadolu dördüncü defa işgal edildi.

Romalı köleciler o kadar zalimlik zorbalık yaptı ki, Anadolu halkı doğudan gelen Türkmen savaşçılara omuz verdi. Konya’da Selçuklu Devleti kuruldu. Yeni bir umut yeşermişti.

Selçuklu Devleti de köleci düzen ilişkileri bataklığına battı. Amasya’da Baba İlyas, Selçuklu’ya karşı direniş başlattı. Konya'dan gelen orduyu tek başına karşıladı. Amasya halkı savaşa katıldı. Direnişin öncüsü Baba İlyas, Amasya Kalesi’nin burçlarına bayrak gibi asıldı. İlyas'ın öğrencisi arkadaşı yoldaşı Baba İshak, Adıyaman’da başlattı ayaklanmayı. Maraş Malatya Sivas Tokat ayaklanmaya katıldı. Amasya’da Baba İlyas’ı öldürenleri öldürdüler. Konya üzerine yürüdüler. Yarı yolda yenildiler. İshak da Amasya’da asıldı.

Direnişçilerden geriye kalmış yaralı iki yiğit, Selçuklu’yu yıkmak için ant içtiler. Söğüt’te Kayı Boyu’na gittiler. Osmanlı’yı örgütlediler. Selçuklu’yu yıktılar. Bu iki yiğit öncüden birinin adı Bektaş idi, Hacı Bektaş oldu. Diğerinin adı Ali idi, Şeyh Edeb Ali oldu.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u almakla, Anadolu’yu Yunan Pers Makedon ve Romalı köleci zorbalardan kurtardı. Truva Savaşı’ndan bu yana boynumuzda duran yabancı köleci boyunduruğunu kırdı attı.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında, kuşlar gibi özgür olmanın keyfini yaşadı. 40.000 kölesi vardı, hepsini özgürleştirdi. Padişah’tan sonra vezirler kizirler ve diğer köleciler kendi köleciklerini özgürleştirdi. Böylece, en az 200.000 köle özgürlüğe kavuştu. Eski kölecilik çağı bitti.

Ağa tefeci bezirgân üçlüsü, yeni çağın egemen sınıfı oldu. Ağalar patron, tefeciler banka, bezirgânlar çağdaş bakkal olamadı. Ekonomi çöktü. İsyancı olmayı da öğrendik.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında, İngiliz Fransız Rus oyuncağı olmuş kişiler, Anadolu’da ırkçılık ayırımcılık düşmanlık ihanet tohumları ektiler. Oyuna gelmiş bazı Ermeniler, Türkler’in ciğerine ihanet bıçağı gibi girdiler. Ermeni damarımızı da bizden koparttılar.

1919’da Anadolu beşinci defa işgal edildi. Ama bu işgal beş yıl bile sürmedi. Mustafa Kemal’in askerleri işgalci düşmanı yurttan attı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne devrimci geçiş yaptı. Beşinci dalga kölecilerin hevesini kursağında bıraktı.

Anadolu’da yerli köleci zorbaları 4.000 yıl önce bozguna uğrattık. Kölecilerin egemen olması, 100 yıl sonra filizlenen akıllanmış kuşağa kaldı. Pankus denilen köleci meclis, kölenin de bazı hakları olduğunu karara bağladı. Kralla Kraliçe’yi aynı yetkilerle donattı. Özgür yurttaşlardan ordu kurmayı başardı. İşte bu ordu, Türk Ordusu’dur. Türk Ordusu iki defa yenildiği için, 2.400 yıl yabancı kölecilerin boyunduruğu altında yaşadık.

Atatürk’ün açtığı yoldan ayrıldığımız ve savaş yıllarında yanlış işler yaptığımız için yurdumuzu yurttaşımızı yabancıya bıraktık. Bonç batağına battıkça battık. İşte o yüzden, Atatürk’e ve Türk Ordusu’na saldırıyorlar.

Türkler 1071’de Malazgirt'den Anadolu'ya girdi. Yoğurt peynir koyun keçi kıl yün sattı, ticaret yaptı, zengin oldu. Edebiyata sanata merak saldı, bey gibi yaşadı, devlet kurdu, imparatorluk oldu, dünyayı yönetti. Yanlış yaptı, askeri bakımdan başarısız oldu, iflas etti, işgal edildi. Düşmanı denize döktü, demokrasiyi öğrendi, insan olmayı da öğrenecek, diyorlar.

Tükler Ortaasya’dan geldi, Anadolu’nun yerlisi değildi, diye propaganda yapıyorlar. Soy boy kavim kabile ırk inanç ayırımcılığı yapıyorlar. Türkler’i “soykırım” yapmakla suçlayan her türlü görüşe kucak açıyorlar, para pul silah külah yalan dolan her şeyi veriyorlar. Kendileri birleşmek bütünleşmek için uğraşırken, bize ayrışma dağılma dayatması yapıyorlar. Ve bir de utanmadan, hak hukuk adalet insanlık çağdaşlık palavrası atıyorlar. Dostu düşmanı ayırt edeceğiz.

İlk bakışta görüleni algılamak yetmez. Görülmeyeni de görmek gerekir. Yeryüzüne ilk buğday tanesini biz ektik. Son buğday tanesini de biz ekeceğiz. Ama bu arada, Hatti Hurri Luvi köklerimizi de öğreneceğiz. Yurdumuzu yurttaşımızı çağımızı çağdaşımızı insanı insanlığı doğayı doğallığı bilimi bilgeyi edebiyatı sanatı sanatçıyı seveceğiz. Köleciler dayattıkça ayrılığı, birleşeceğiz bütünleşeceğiz. Darda zorda kaldıkça, üretimin gücünü göreceğiz. Yalancı dolancı değil, gerçekçi olacağız!..

Bu anlattıklarımı Yüksel Eriş bir cümle ile özetlerdi. “Üretimin dışında olan, yaşamın içinde olamaz!..” derdi. Konuyu örneklendirmek için soru sorardı. Toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında özgürlük olur mu? 

Dağlara denizlere çöllere gidersen, ölüden diriden sömürüden bana ne dersen, anlık günlük yıllık azcık özgürlük olur. Yani demek oluyor ki, toplumsal ayrışmadan çatışmadan sömürüden soygundan zalimden zorbadan kaçış kurtuluş yoktur. Kölecilerin egemen olduğu her yerde, köleci olmayanı aşağılamak dışlamak suçlamak doğaldır. 

İbrahim peygamberi yakmak için her yolu denemişler, başaramamışlar. Koruyucu melekleri kovmak için, büyük günah işlemek gerekiyormuş. Ve bu günahı işlemek için, Cin ile Gan kardeşler zina yapmışlar. İşte bu kardeş kardeşe yapılan zinadan doğan çocuğun adını CinGan koymuşlar. Yani bizim bugün çingene diye bildiğimiz insancıklar, aslında bu sapık ilişkinin çocuklarıymış. Görelim bakalım, bizim çingene kardeşler niçin öyle sapık sayılmış!

Luvi dilinin küçültme takısı -la, Attila örneğinde olduğu gibi, sözcüklerin sonunda yer alıyordu. Hatti dilinde sözcükler önek alarak yeni anlamlar kazanıyordu. Tanrı anlamına gelen şapu sözcüğü, wa öneki alarak waşapu olduğunda, tanrılar anlamına geliyordu. Attila’nın başındaki ve sonundaki a sesini dışarıda bırakırsak elimizde ttil sesi kalır ve bu ses yine aynı seyi anlatır. Attila, Attacık demektir. Çitil sözcüğündeki -til sesi de aynı anlama gelir. Yavru’nun yavrucuk olabilmesi için, bir küçültme eki daha alması gerekir. İkinci defa küçültme için, Hatti dilinden kalma önek alışkanlığımız kapıyı açıyor ve çitil sözcüğündeki ç sesinin küçültme eki olduğu açığa çıkıyor. Çete sözcüğünün ç sesi de küçültme görevi yapıyor.

Çingene adının başındaki ç sesinin -cik anlamına geldiğini kabul edersek, gerisi kolaydır. Çingene adını, çigan diye söyleyenler de yol gösterici oluyor. Farkı görmek için, sesli harfleri silmek yararlı olur. Silersek, ç-n-g-n ve ç-g-n biçiminde iki yazılış ortaya çıkar. Bu iki yazılışı üst üste getirirsek, ç ile g arasındaki n harfinin birinde fazla veya diğerinde eksik olduğu görülür. Dikkatli bakarsak, yani daha önceki bilgilerimizi ortaya koyarsak, ç’den sonrasını kavrayabiliriz. Ç öneki Hatti geleneğimiz olduğuna göre, kölecilik çağından önceye gitmemiz gerekecek. Kölecilik çağı öncesinden bu yana, g denilince herkesin aklına toprak gelir, n harfi ise bizi doğuran kadını anlatır, ikisi birlikte Toprak Ana demektir. Bu durumda, çi-ga-n adı, Toprak Ana-cık anlamına gelir. Ama bu bir tanrıyı anlatmaktan öte anlam taşımaz. Çingene adının daha doğru anlamının, ç-n-g-n biçiminde yazılan Ana-cık Toprak Ana veya Toprak Ana’nın Kızı olduğu açıktır.

Bundan sonrası, çingene kardeşlerin niçin aşağılandığı dışlandığı ile ilgilidir. Hiç kimseye, maksat güzellik olsun diye, Toprak Ana’nın Kızı demezler. Öyle dediklerine göre, işin içinde başka iş vardır. Gerçeği görmek için devam edelim. Onlar ki, 5.000 önceden bu yana köleciliğe teslim olmamışlar. Bilgi birikimlerini şenlikle şamatayla çalgıyla çengiyle kuşaktan kuşağa aktarmışlar. Aşağılanmışlar dışlanmışlar ama sömürgen kemirgen olmamışlar. Toprak Ana bire kırk verirken bile aç kalmışlar ama açgözlü olmamışlar. Sefilliğe razı olmuşlar, ama onun bunun kedisi köpeği atı eşşeği olmamışlar. 

Dikkat edilsin, Toprak Ana’nın Kızı denilirken bile, oymakla kazımakla çıkarılamayacak aşağılama dışlama suçlama vardır. 4.000 yıl önce Anadolu baştan başa yakılırken sınıf savaşına katılmazsan, savaş meydanlarından kaçarak özgür olmaya çalışırsan, köleciler seni karı kız olmakla suçlayıp aşağılayacaktır, köleciliğe karşı direnenler de seni nüfustan saymayacaktır. Erkeği ve kadını orospu yapan köleciler, kendi yaptıklarını gizlemek için, seni de sapık ve gühahkâr yapacaktır. Keçi kadar akıllı direnişçi olmazsan, günah keçisi olmaktan kurtulamazsın. Sınıf savaşında çakılan çivi, bin yıl sonra bile çakıldığı yerden çıkarılamaz. Öyle ise akıllı olacaksın, toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında olmayacaksın, çingene olduğunu unutmayacaksın.

Gelelim “buçuk” olma hikâyesine. Toplumsal ayrışmanın çatışmanın yoğunlaştığı 1970’li yıllarda “kararsızlar” çoğaldı. “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu!..” görüşü ortaya çıktı. Sınıf savaşından kaçanlar, toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında kalmak isteyenler, futbol edebiyatına sığındı, akılsız fikirsiz korkak sünepe sayıldı. Aynı şekilde, 4.000 yıl önce insancıklar delik deşik edilirken ve Anadolu baştan başa cayır cayır yanarken, toplumsal ayrışmanın çatışmanın savaşın dışında özgürlük arayanlar “buçuk” sayıldılar. Aşağlanmış dışlanmış aşsız işsiz eğitimsiz çingene çocukları, 2000’li yılların başında daha iğrenç bir saldırının hedefi oldular. Almanya’da Polonya’da elli yıl önce fırınlarda çingene yakanlar, şimdi çingenelerin roman olduğunu söylüyor. Dahası, kandırılmış çingene çocukları roman olduklarına inanıyor. Roman, romalı demektir, köleci anlamına gelmektedir. Köleci olmak için, köle sahibi olmak gerekmez, köle olmayı kabullenmek yeterlidir. Türkiye'de Toprak Ana’nın Kızı olmaktan daha güzel bir şey olabilir mi? Sömürgen kemirgen zalim zorba köleci olmak, Toprak Ana’nın Kızı’na yakışır mı? Dikkat edilsin, Toprak Ana’nın Kızı denilirken asıl aşağılanan uysal erkektir. Çingene kızların daha özgür ve seçici olması, en az 5.000 yıllık gelenektir. İşte o yüzden, çingenecikler yalana yanlışa paraya pula zorbalığa boyun eğmeyecektir. Anlamını öğrenirse, roman olmayı kabul etmeyecektir!..

Azcık nefes alacak olsam, “Komşi sen bu kıza aşık olmuşsun!..” derdi. “Kime?..” desem, “Çingene kıza!..” derdi. “Çingene kız da nereden çıktı?..” desem, “Devam et, görürsün!..” derdi. Yani, söz söylenmeden sözün nereye geleceğini bilirdi. Yine de söylenecek sözün söylenmesini beklerdi.

Çingenecikler uçar kaçar takımından oldukları için, toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında özgürlük aradıkları için, anlık günlük yıllık azcık özgür yaşamaya alıştılar. Ama bazen içlerinden uyanık geçinen üç beş kişiyi zalimler zorbalar köleciler dünyasına kaptırdılar. Kendini sel suyuna kaptırmayan çingene kardeşler, fakirliğe sefilliğe razı oldular, hain hırsız uğursuz rezil olmadılar. Olanları, çeribaşı olmakla suçladılar.

Dört bin yıl önce Anadolu’da kıyamet koptuklan sonra, toplumsal ayrışmanın çatışmanın külleri arasından azcık akıllanmış yeni köleciler kuşağı filizlendi. Baltanın bıçağın kamanın kesmenin öldürmenin kölecinin karşısına, köle olmayı kabul etmeyenler ateşle yakarak çıktı. Pankus denilen köleci meclis, kölenin de bazı hakları olduğunu karara bağladı, kralla kraliçeyi aynı yetkilerle donattı, özgür yurttaşlardan ordu kurmayı başardı. Doğaldır ki, çingeneler bu gelişmenin dışında kaldı, etliye sütlüye acıya tatlıya karışmadı, toprağa iki çekirdek atmadı, avcılık toplayıcılık yolundan ayrılmadı, kralların kralcıkların şahların padişahların ordusunda askerlik yapmadı.

Ama birgün yağmurdan kaçarken doluya yakalandı. Osmanlı Ordusu yükseliş yıllarında savaş yaparak ele geçirdiği her yerde yağmacılık yapmak için üç beş gün ayırırdı. İşte bu üç beş gün içinde, ganimetlerin beşte biri padişahın payı olarak ayrılırdı ve kalanlar devlet yöneticileri arasında paylaştırılırdı. Savaşta yenilenler ele geçirilince kadın kız erkek ayırımı yapılmadan köle sınıfına katılırdı. Sağlıklı genç erkekler Anadolu’ya getirilip köle pazarında satılırdı. Yeniçerilerin eline düşmüş savaş tutsağı kadınlar kızlar ırzına geçildikten sonra hemen oracıkta kölecilere satılırdı. Köleciler çok ucuza aldıkları savaş tutsağı kadınları kızları yeniçerilerin gönül işlerinde kullanırdı. Yeniçeriler aşk pazarının en önemli müşterisiydi. Şehir dışında para karşılığında aşk için kadın satan kölecilere çeribaşı yakıştırması yapıldı. Çeribaşı olan çingene beylerine padişah mülkünden toprak verildi. Ama yine de çingene kardeşleri kazığa toprağa bağlamaya kimsenin gücü yetmedi.

Osmanlı’nın yıkılış yıllarında savaş meydanlarında yaşanmış yenilgiler, çeribaşı beylerin de işini zorlaştırdı. Yeni ağalar beyler daha kaliteli hizmet istedikleri için, çeribaşı olmuş çingene beyleri tacını tahtını Ermeni kardeşlere bıraktı. Çingene kardeşler şehir dışında kaldı. Daha önemlisi, cumhuriyet hiç kimsenin köküne cinsine cibiliyetine bakmadan herkesi eşit yurttaş yaptı. Yurttaşlar arasında çingene olanın olmayandan farkı kalmadı!..

Yüksel yaptığım bu anlatımı yeterli bulmazdı. Olayı kavramak için, “Türkçe sözcükler önek alır mı?.” diye sorardı. Ben de sordum. Ama hiç kimseden olumlu yanıt alamadım. Bu durum benim yanlış olduğumu kanıtlamaz. Küçük Karabalık kardeşlerden olduğumu kanıtlar.

Sanat toplumsal ayrışmayı çatışmayı dayanışmayı örgütlenmeyi nasıl etkiler?  Aşık İhsani “Korkuyorlar korkacaklar korksunlar, geliyoruz geleceğiz yakındır. Kim nerede ne işliyor hepsini, biliyoruz bileceğiz yakındır!..” diyordu. Aşık İhsani türkü söylerken hainlerden hırsızlardan korkmuyordu, hainler hırsızlar İhsani’yi dinlemekten korkuyordu. Edebiyat sanat korkaklığa kaypaklığa salaklığa bencilliğe rezilliğe yer vermiyordu. Korkaklar kaypaklar salaklar hainler hırsızlar arsızlar edepsizler ibneler orospular, devrimci sanatı sanattan saymıyordu. İhsani'yi görmezlikten gelenler, Türk dili edebiyatı sanatı üzerine mangalda kül bırakmıyordu.

Daha ilginç olan, gerçek sanatçılanın ilerici devrimci oluşu ve köleciliğin her türüne karşı koyuşudur. Desteğini aldığı kölecinin dibini oyacak kadar akıllı oluşudur. Köleciliğin en uyanık savunucularını uyutmak ve bazen onları devre dışı bırakmak kolay değildir. Ama sınıf savaşının bu en duyarlı öncüleri, tehlike arttıkça daha akılcı olmanın yollarını aramışlar. Buldukları yöntem, sarı diken gibi yumuşacık olmaktır. Sarı diken yumuşacıktır, ucu iğne gibi inceciktir, batarken battığını anlamazsın, battıkdan sonra dikeni kuyruğundan tutup çıkaramazsın. Sanatçının sözü söylemi de girdiği yerden çıkmaz. Bunu bildikleri için, köleciler sanatçıyı özgür bırakmaz. Su yolunu bulur ise, akacak kan damarda durmaz ise, gerçek sanatçı için yasak olmaz. Herkesin bildiği dilden anlatamazsan, başka dilden anlatırsın, kuş diliyle anlatırsın. Kuş diliyle anlatamazsan, puşt diliyle anlatırsın.

İçeriğin biçimin birbirine uyumlu olması gerekir. İçeriği uyarma uyandırma olan sanat devrimcidir, içeriği avutma uyutma olan sanat gericidir. Güzel biçim veya ustalıklı anlatım tek başına sanat değildir. İçeriksiz biçim sepet olur, sanat olmaz. Amacı içeriği olmayan hiçbir güzellik sanat sayılmaz. Sabahtan akşama kadar volta atmak veya orada burada gezinti yapmak, yürümek değildir. Yürümek, bir yerden bir yere gitmektir. Gidilecek yer doğru seçilmişse gerisi kolaydır. Sanatçı, yakaladığı ışığı paylaşandır, geçmişi geleceği aydınlatandır. Sarı diken gibi girdiği yerden çıkmayandır.

BoyamaKitabı 1-2-3-4  incelenecek olursa, aslında bunun bir eğitim programı olduğu görülür. Sadece resim yapma tekniği bilgilerini öğretmeyi değil, öğrenciyi öğretmeni aileyi eğitmek isteyen bir çalışma yaptım. Resim, gördüğü şeyi doğru algılamaktır, algıladığını hesaplayıp kıyaslamaktır, kafada oluşmuş olguyu çizgiyi biçimi rengi gerçeği başka bir yere aktarmaktır.

Soran sorgulayan hesaplayan kıyaslayan doğru dürüst düşünen insana ihtiyacımız kalmadığı için olsa gerek, resim dersini İlköğretim Programı’ndan çıkartmışlar. Resim dersinin yerine, yaptıklarını gizlemek için, Görsel Sanatlar diye uyduruk kaydırık bir ders koymuşlar. İşte bu nedenle, resim dersi bir daha İlköğretim Programı’na konulursa, neyin nasıl niçin yapılacağı ile ilgili boş tartışmalara girilmesin diye, yepyeni bir program ürettim. Uygulanma olanağı olmayan program, isterse sanat eğitimi programı olsun, kimseye yarar veya zarar sağlamıyor. Dahası, anlık günlük yarar veya zarar sağlamayacağı belli olduğu için, kimse benimle ilgilendiğinin çeyreği kadar kitapçıklarımla ilgilenmiyor. Herkes kendine göre bahane buluyor.

İspinoz kuşlarının gagası kısa, sırtı yeşilimsi mavi, döşü kırmızı pembe, ötüşü güzel olurmuş. O yüzden, bu kandırıkçı kuşlar öterek vatana millete yararlı işler yaparmış. Sosyal-demokrat kuşlar vatan millet palavrası atarmış. Devrimciliği demokratlığı kimseye bırakmayan uyanıklar her türlü yanlışı yaparmış. Dağlarda eşkiya olanlar düz ovada kendi gölgesinden korkarmış. Dinci kuşlar hak hukuk adalet örtüsü altında deveyi hamuduyla yutarmış. Dışarıdan gazel okuyan ötüşü güzel kuşlar, yandaşlarına yoldaşlarına nanik yaparmış. Yok aslında birinin diğerinden farkı. Kırılacak diye korkuyorlar, zalimliğin zorbalığın hainliğin hırsızlığın beş bin yıllık köleci çarkı!..

Annem bir yüzü sac üzerinde pişen ekmeği, diğer yüzünü sacın altındaki ateşte kızartarak pişiriyordu. Böylece ekmek fırında pişmiş pide gibi oluyordu. Sıcacık ekmeğin üzerine tereyağ sürdüm, Yüksel ayran yaptı. İkinci ekmeği de yedikten sonra “İlk defa böyle bir ekmek yedim!..” dedi. Ekmeğin özel adı olup olmadığını sordu. Annem “Bir yüzlü!..” dedi. Yüksel adın anlamını merak etti. Bir yüzü ateşte kızartılarak pişirildiği için öyle adlandırıldığını öğrenince, Yüksel buradan hemen teori üretti. Bir yüzlü olana yanaşacaksın, iki yüzlü olandan uzak duracaksın!.. 

YükselEriş blogu  20 Temmuz 2010 günü yayına girdi. Bir gün sonra, Engin Erkiner duyuru yaptı. İki buçuk ayda,  http://enginerkiner.org  üzerinden gelen ziyaretçi sayısı 700 oldu. Bunlardan duyup gelen ziyaretçilerin sayısı 4.500’ü buldu. Yüksel’in gölgesine sığınmanın da bir bedeli olduğunu görüldü. Mihrac ile Rıza sessizliğe gömüldü. İkisi de, Yüksel öldü veya öldürüldü diyemiyor. 

Yüksel yapıyormuş. Yener tutuyormuş. Bomba patlamış. Yener’in elleri kopmuş. Yüksel’in ayağındaki parmaklardan biri tırnak boğumundan kopmuş. Buna rağmen, Yüksel ölmüş, Yener ölmemiş. Yüksel bombadan öldüyse, Yener niçin ölmedi? Yener ölmediğine göre, Yüksel niçin öldü? Patlama olduğunda, Yener’den Yüksel’den başka orada kimler vardı? Bu kişiler bildiklerini niçin sakladı? Süreyya’nın Yüksel Eriş olduğunu kim açıkladı? Yüksel’i hastaneye kim götürdü? Hastanede ne oldu? Yüksel’i arayan soran sorgulayan oldu mu? Yener nasıl kurtuldu? Rıza bu soruların cevabını bilmiyor mu? Mihrac bu soruların cevabını bilmiyor olabilir mi? Yoksa, bildiklerini açıklamaktan korkuyor mu? Bildiği gerçeği açıklamayan suç ortağı olmuyor mu?..