Cahit Çelik
Yüksel Eriş vatan toprağına ekilirken, Mihrac
Ural aranan bilinen biri değildi. İstanbul’da olduğu halde, mezarlığa gelmedi.
Yüksel’in mezarına kırmızı gül karanfil veya mor menekşe bir yana, kibrit çöpü
bile bırakmadı.
Daha sonra, Yüksel’in nasıl ve niçin öldüğünü
veya öldürüldüğünü bildiği halde açıklamadı. Yüksel öldüyse, Yener niçin
ölmedi? Yener ölmediğine göre, Yüksel niçin öldü? Bombayı yapan ölmemiş, bomba
yapana bakan ölmüş. Örgüt lideriysen, senden önceki liderin nasıl ve niçin
öldüğünü veya öldürüldüğünü bileceksin. Bilmiyorum dersen, Yüksel’i
öldürenlerin suç ortağı olmaktan kurtulamazsın. Ben bunu buraya yazdım, sen de
yazacaksın.
Yüksel Eriş blogu içerik ve biçim bakımından
böyle olmayacaktı. Yüksel’in fotoğraflarını yayınlamakla yetinecekti. Mihrac’ın
saldırganlığı yüzünden amaç ve içerik değişikliği yaptım. Yüksel Eriş blogu
sayesinde, Yüksel’in kardeşi Hüseyin’i Mihrac’ın ağzından aldım. Daha önemlisi,
Yüksel’in hain hırsız arsız edepsiz katil casus pislik takımı ile arkadaşlık
yoldaşlık bağı olmadığını açığa çıkarttım.
Yüksel Eriş'in gölgesine sığınmış iki grupçuk
var. İkisi de yanlış işler yapıyor. Ama yine de hiç utanmadan Yüksel'e “yoldaş”
diyor. Bunlardan biri, Kurtuluş Cephesi ve Eriş Yayınları adını kullanıyor.
Devrimcilik adı altında ticaret yapıyor. Buna bir diyeceğim olamaz. Yüksel’in “...
kır gerillasının stratejik hazırlıklarını yönetti” iddiasını da görmedim duymadım
diyebilirim. Yüksel Eriş “... 21 Ocak 1977 günü yaşamını yitirmiştir” dedikleri
için, onlara sormak zorundayım. Yüksel 21 Ocak 1977 günü öldüyse, mezar
taşında niçin 22 Ocak 1977 yazıyor? Yüksel’in son
beş saatini aydınlatmak varken, o karanlık beş saati silmek size ne
kazandırıyor? Yüksel Eriş blogu duyurusu yapmak, size niçin öyle ağır geliyor? “Ermeni
Soykırımı” yaptığımızı yazmışsınız. Mihrac ile suç ortağı değilseniz, Yüksel’i
niçin yazmadınız?..
İkinci grupçuk adına Mehmet Yavuz, “Mihrac da
evdeydi. Orada daha sonra adının Yüksel Eriş olduğunu öğrendiğim kişiyle
tanıştık. Ankara’dan geldiği söylendi. TDAS’la ilk kez orada tanışmış
oldum. Yüksel Eriş, broşürü okuyup açıklamalar yaptı. Teorik tartışmalar
sonunda evvela kağıt üzerinde daha sonra da temel malzemeleri kullanarak saatli
bombanın nasıl yapılacağını ilk kez kendisinden öğrendik. Yüksel Eriş, bir
daha Antakya’ya gelmedi. Uzun bir süre sonra Yüksel Eriş'in, Trabzon'da saatli
bomba yapımı sırasında meydana gelen patlamada öldüğünü duyduk. Daha sonraları
olayın ayrıntısını da öğrendik. Her türlü bağlantısını yaptığı bombanın, uzun
gelen kablolarını kısaltmak için makasla keserken devrenin tamamlanmasına neden
olmuş ve bomba infilak etmişti. Yüksel Eriş parçalanarak ölmüş, yanında bulunan
Y.O. ise kolunu kaybederek olay yerinden kaçmıştı!..” demiş.
Mihrac Ural “TDAS'ı Kim Yazdı?” başlıklı yazıda,
“Yüksel Eriş hocayı Antakya’daki örgütsel çalışmalar ve örgüt birimi
toplantılarında misafir ettiğimiz zaman, uzun uzun sohbetlerimiz oldu. Örgütün
bir mahalle biriminde (Orhanlı mah. Hac Halil Çıkmazındaki evde) yaptığımız
toplantıda; Yüksel Hocanın dikkatini, üzerine notlar yazılmış TDAS broşürü
çekmişti. İncelemeye başladı, broşür üzerindeki kısa cümleler, soru işaretleri,
yıldızlar, altı çizili yerleri tek tek ve dikkatlice incelemesi, benim de
ilgimi çekti. Yüksel Hoca, bir kaç dakika devam eden bu durumun ardından,
dönüp bana sordu; ‘Bu yazılar sana mı ait, eleştirdiğin, sorun gördüğün yerler
mi var?’ dedi. Mahcup olmuştum. O koşullarda bir illegal yayın üzerinde
sorgulayıcı cümleler yazmak, kutsal kitabı karalamak gibiydi. Buna rağmen
cevap olarak; ‘inceliyorum, konusunu iyi kavramak için kendi bilgilerimle
uyumsuz olanlara not düşüyorum, ancak siz bununla neden bu kadar ilgili oldunuz,
TDAS'ı siz mi yazdınız?’ diye sordum. Yüksel Hocanın refleksi, TDAS’ı yazan
birinin refleksiydi. Bende öylesi bir kanaat oluşturmuştu. Sorumun nedeni de
buydu. O da ‘Hayır. TDAS, birçok yoldaşın farklı hazırlıkları ve
katkılarıyla yazılmış bir broşürdür’ dedi. Tabi ki o zaman, kimdir nedir
soruları sorulamazdı, buna gerek yoktu!..” diye yazmış.
Mihrac “Tırmanış ve Sukut” başlıklı yazıda yeni
şeyler yumurtlamış.
“Yüksel Eriş yoldaşın Antakya’ya vardığında
gördüğü siyasal tablo, geldiği merkezden örgütsel olduğu kadar kitlesel ve
kurumsal açıdan daha ileri bir düzeydeydi. 18 yaşındaydım, ama o dönemin
ölçüleri içinde önemli olan illegal yayın ele geçirip okuma şansını
yakalamıştım.
Yüksel Eriş yoldaş, bu tablo karşısında bize
büyük bir sevgiyle bağlandı. Ortalıkta kendi kendine oluşmuş bir örgüt vardı;
ayakları üzerinde dik duran insanlarla karşı karşıya kalmanın şaşkınlığı
içindeydi Eriş yoldaş...
İnanç doluydu, kararlıydı, birikimli ve bilinçliydi;
ancak silahlı mücadele örgütü kadrosu yöneticisi olmaktan çok uzaktı. Silahtan
bahsediyordu ama silahı hiç bilmiyordu, tabancayı bile iyi bilmiyordu. Bu
konumu onun saygınlığından, siyasal birikiminden bir şey kaybettirmiyordu
nazarımızda; ancak sonra ilk hata son hata denilen durumla karşılaşılınca ne
anlama geldiği bilinecek bir durumdu. O dönem, ‘Laz işi’ o kadar çok silah
piyasanın dolaşımındaydı ki, sahtesini gerçeğinden ayırmak için iyi bir
gözlemci olmak yetmez, iyi bir silah teatisinde olmak gibi tecrübeleri
gerektiriyordu.
Yüksel Eriş yoldaş bundan epey uzaktaydı.
Patlayıcılardan ise tamamen uzaktı. Okuyordu, elinde getirdiği yazıları
açıklıyordu, özgünlükleri vardı. Sakin, geniş tartışmaya açık, ilgili olduğu
konularda ayrıntılı ve hassastı. Uzun tartışmalar yaptık. Notlar aldık. Temel
konularda anlayış birliğine varmıştık; örgütün açık kalan konularında
yapacağımız tamamlayıcı çalışmaları anlattık, onu ikna ettik. Yayınlayacağımız
temel nitelikteki yazılarımız üzerine konuştuk, bir anlayış birliğine
ulaştık.
Yükselen faşist dalgaya, artan katliamlara ve
baskılara karşı savunma amaçlı yaygın ihtar eylemi olarak, ülkücü faşistlere
karşı ilin tüm alanlarında bombalama eylemleri yapılacaktı ve bunun planını
Yüksel Eriş yoldaşla paylaşmayı uygun gördük. Bize şunları söyledi; ‘Bu
eylemleri şu an örgütümüz kaldıramaz, eziliriz. Malatya Beylerderesi şokunu
atlatmış değiliz. Bu eylemleri 'Hatay Kurtuluş Ordusu' gibi bir örgüt adıyla
yaparsanız daha yerinde olur.’
İlk kez Hatay davasıyla ilgili olarak bu yönde
bir düşüncenin dile gelişine tanık oluyordum. Oluşturduğumuz komitede yer alan
bir dizi yoldaşımla birlikteydim. Şaşkındık. Bizim bir ülkenin genel demokrasi
mücadelesi dışında ne bir eğilimimiz ne de bir çabamız vardı. Bu önerme nereden
geldi? Nasıl ortaya çıktı? Yüksel yoldaşın bunu önermesinin bilinçaltı
birikimleri neredendi, hiç bilemiyorduk. Ancak anladık ki Yüksel Yoldaş Hatay
davası konusunda belli bir bilinç düzeyine sahipti. Bir ayrı varlık gerçeğini
kavrıyordu. Arap halkının bu alandaki kimlik haklarıyla ilgili önemli bir
davasının olduğunu bilince çıkartmıştı.
Yüksel Eriş yoldaş üzerimizde derin izler
bırakarak gitti; 26 Ocak 1976’da Malatya Beyler Deresi kuşatmasında, örgüt
kurucu liderleri şehitlerin anısına yapılan eylem hazırlığıyla ilgili
patlayıcılar konusunda işlenen bir hata sonucu, dinamit lokumlarının
patlamasıyla şehit oldu (21 Ocak 1977). Yanında çok ağır yaralı halde yaşama
dönen bu gün de değerli bir yazar, zaman zaman hala ortak siyasal sohbetlerle
yazı yazdığımız yoldaşımız vardı. Ayrıntıları zamanı gelince ondan
dinleyeceğimizi umuyorum!..” demiş.
Mehmet Yavuz’un ve Mihrac Ural’ın anlattıklarına
bakılırsa, Yüksel Eriş hemen 184 sayfalık Türkiye Devriminin Acil Sorunları
başlıklı yazıyı okumuş açıklamış tartışmış ve görüş birliği sağlamış. Bomba
yapmayı da öğreteyim bari, demiş. Hızını alamamış, bir de Hatay Kurtuluş Ordusu
önermiş. Hatay Davası’nı bilince çıkartmış, Ayrı Varlık gerçeğini kavramaya başlamış.
Silahtan anlamazmış ve “patlayıcılardan ise tamamen uzak”mış. Daha sonra, “bir
hata sonucu” “parçalanarak ölmüş”. Yüksel “dinamit lokumlarının patlamasıyla
şehit oldu”ğu zaman “yanında bulunan Yener Orkunoğlu ise kolunu kaybederek
kaçmış” imiş. Atış serbest!..
Yüksel Eriş’in Antakya’ya 1976’nın yaz aylarında
gittiği biliniyor. Mihra’cın da 1956 doğumlu olduğu biliniyor. 1976’dan 1956'yı
çıkartırsan geriye 20 kalır. İşte bu 20 Mihrac’ın yaşı oluyor. Ama buna rağmen,
Yüksel’le tanıştığımda “18 yaşındaydım” diyor. Demek oluyor ki, Mihrac Ural
“deste bozmadan” çıkarma yapmayı bilmiyor. Bir de bu kafayla ona buna
dalaşıyor!..
Öğretmenliğimin ilk günlerinde, öğretmenlerin ve
öğretmene rehberlik edeceklerin benden daha bilgisiz olduğunu gördüm. Az çok
bilgi sahibi olanların da benimle aynı görüşte olduğunu öğrendim. Eğitim
programlarının içeriğinin ve uygulanışının daha demokratik olması için
uğraştım. Öğretmenlik görevimi yaparken, İlkokul Programı’ndaki boşluklardan ve
Okul Müdürü veya İlköğretim Müfettişi olmuş kişilerin bilgisizliğinden
dikkatsizliğinden yararlandım. Yüksel’in de yararlanması için, uygun örnekler
üzerinden bilgi paylaşımı yaptım.
Eğitimde programsız çalışmanın başarılı olma
şansı yoktur. O yüzden, İlköğretim Programı’nda yeterince açık olmayan konuları
araştırırdım ve ayrıntılı Yıllık Plan yapardım. Yazdığım hiçbir konu, Okul
Müdürü veya İlköğretim Müdürü veya İlköğretim Müfettişi tarafından
uygunsuz görülmedi. Hepsi attı imzayı, bastı mühürü, paylaştı sorumluluğu.
İşte bu konulardan biri, Yüksel’in dikkatini
çekmiş. Yıllık Plan’da “Doğru düşünebilmenin kuralları” başlığı altında
yazdıklarımı bana okudu. “Bunları kafadan mı yazdın?..” dedi. “Kafadan değil,
Program’da var!..” dedim. “Hadi be sen de!..” dedi. Aldım defteri elinden,
başladım kendimi savunmaya.
Yıllık Plan’da “Her şeyin bir yolu yordamı
vardır. Doğru düşünebilmenin yedi kuralı vardır: 1) Her şey birbirine bağlıdır,
2) Her şey durum değiştirir, 3) Nicel birikimler nitel değişime yol açar, 4)
Karşıtların mücadelesi gelişme yaratır, 5) Madde bilinçten önce gelir, 6) Dünya
dedikleri gerçektir, 7) Her şey bilinebilir!..” diye yazmışım. Okul Müdürü’ne
ve İlköğretim Müdürü’ne onaylatmışım. İlköğretim Müfettişi de görmüş imzalamış.
Program’a uygun olduğu görülmüş ve sorumluluk paylaşılmış.
Okumaya devam ettim. “Her şeyin bir yolu yordamı
vardır. Yanlış düşünmenin yedi kuralı vardır: 1) Her şey birbirinden
bağımsızdır, 2) Her şey olduğu gibi kalır, 3) Nicel birikimler nitel değişime
yol açmaz, 4) Karşıtların mücadelesi gelişme yaratmaz, 5) Maddeyi bilinç
yaratmıştır, 6) Dünya dedikleri yalandır, 7) Hiçbir şey bilinemez!..” diye, tam
karşıt görüşü de yazmışım. Bunu da onaylatmışım.
Şimdi sen, “Yanlış görüş öğretmek de programda
var mı?..” diye soracaksın. Bu da Program’da var. Doğruyu öğreten yanlışı da
öğretmiş olur, yanlışı öğreten doğruyu da öğretmiş sayılır. Yani ben çift dikiş
yaptım!..” dedim.
Yüksel yaptığım işi beğendi ve bir fıkra
anlattı. “Delinin biri akıllanmış. Doktor deliyi sınava almış. Sorulan her
soruya deli doğru cevap vermiş. Doktor deliyi taburcu etmiş. Deli hastaneden
çıkarken doktor delinin bütün soruların cevabını nasıl bildiğini merak etmiş.
Akıllanmış deli, eliyle kalçasına vurarak ‘Buna kafa derler, kafa!..’ demiş!..”
dedi.
Gülüşmemiz bittikten sonra, “Müdürler
müfettişler bu kadar bilgisiz mi?..” diye sordu. Öyle olmadığını açıkladım.
“Beyinsizler bize karşı, diğerleri bizden yana!..” dedim. Yüksel bunu
unutmamış. Aydın’da 19 Mayıs için fon müziği seçimi yapılırken, Yarınlar Bizim
şarkısını “aşırı politik” bulanların karşısına, Venceremos’u “politik olmayan”
seçenek olarak çıkarmış. Herkes müziğin güzelliğini alkışlamış. Yüksel de
onları alkışlamış.
Yüksel’in eliyle gösterdiği, daha doğrusu dokunduğu,
o her şeyi bilen karpuz kafalardan birinin de Mihrac Ural olduğu açığa çıktı.
Yüksel’e “TDAS’ı siz mi yazdınız?..” diye sormuş. Yüksel de “TDAS, birçok
yoldaşın farklı hazırllıkları ve katkılarıyla yazılmış bir broşürdür!..” demiş,
ama Mihrac bu numarayı yememiş. TDAS’ı Yüksel’in yazdığını “refleksten”
anlamış.
Daha sonra, Engin Erkiner TDAS-1’i ben yazdım
dediği halde, Mihrac bunu kabul etmemiş. Maksat muhabbet olsun diye, Engin
Erkiner’e bir daha “TDAS-1’i sen yazmadın, söyle kim yazdı!..” diye sormuş.
Engin bunu bilemez. Ama ben bilirim. Mihrac’ın
gül hatırı için, hakiki gerçeği açıklamak isterim. TDAS-1’i Engin Erkiner
yazmadı, Kasımpaşalı Recep yazdı desem inandırıcı olmaz. Tophaneli Osman veya
Sülün Osman yazdı desem, Asfalt Osman gücenir. TDAS-1’i Genç Osman yazmış
olabilir. Belki de, Çelebi Mehmet veya Musa Çelebi yazmıştır. Bunlar da Osmanlı
olduğuna ve Osmanlı’da akıl olmadığına göre, TDAS-1’i Şeyh Bedreddin yazmıştır.
Gittim, mezarını ziyaret ettim. Ziya Gökalp ile “Türkçülüğün Esasları” bitti.
“Kürtçülüğün Esasları”nı mı yazsak, yoksa Kadim Roma Kenti Antakya’nın Gülleri’ni
mi öne çıkartsak diye tartışıyorlardı. Beni görünce tartışmayı kestiler. Şeyh
Bedreddin, Mihrac adını duyar duymaz mezarında dört defa döndü, “TDAS-1’i
yazacak akıl Osmanlı’da yok. Arapça bilmeyen Acil’i yazamaz. THKP-C Genel
Sekreteri Miro yazmıştır!..” dedi. Gazeteci Hasan Tahsin de bu söyleşinin
tanığıdır. Bana inanmayan, İstanbul’da Cağaloğlu’nda Türk Ocağı binasının
bahçesinde gömülü Şeyh Bedreddin’i ziyaret edebilir. Miro’nun marifetlerini
uçan kaçan kuşlardan sorabilir.
Toplumsal ayrışmanın çatışmanın farkında bile
olmayan bilge kişilerin anlattığına göre, Ermeniler ve Kürtler 4.000 yıl önce
Avrupa’dan Anadolu’ya geldiler. Serindir görkemlidir dosttur diye dağların
doruğuna yerleştiler. Yörenin yerli halkı Hurriler ile birleşip bütünleştiler.
Kandil Dağı yaylasında Med Uygarlığı'nı yeşerttiler. Daha sonra, Ermeniler
ortodoks hristiyan oldular. Kürtler müslüman olmak için beklediler. Ama bu
arada, Urartu Uygarlığı’nı yarattılar. Yarattıkları uygarlığın adını okurken
ayrıştılar. 1071’de göçebe Türkler geldi Asya’dan Anadolu’ya. Malazgirt
Savaşı’nda Kürtler Türkler’e yardım etti. Hikâye böyle, yersen!..
Tarih, belgeye bilgiye sezgiye dayalı
kurgulanmış hikâyedir. Doğaldır ki, her yazı yazarının kavrayışını duygularını
düşlerini gerçeğini yansıtır. Köleciler, tarih yazarlığı yaparken, zalimliği
zorbalığı hainliği hırsızlığı haklı gösterdi, köleciliğe karşıt olan her şeyi
aşağıladı suçladı dışladı. Arkeologlar geçmişin küllerinden kaya gibi sağlam
bilgiler üretiyor. Bu bilgileri doğru değerlendirenler, toplumsal ayrışmanın
çatışmanın beş bin yıl önce başladığını bilenler, bu ayrışmanın çatışmanın
dörtbin yıl önce ulaştığı boyutları görenler, Anadolu’yu dışarıdan gelen yaban
sürüleri baştan başa yaktı yıktı demezler. Bunu dedikten sonra, Frig Uygarlığı’nı
galiba bu yakıcı yıkıcı yaban sürüleri yarattı, diyemezler.
Ekrem Akurgal, 4.000 yıl önce Anadolu’da
altından beş kat değerli bir maden vardı, bu maden o çağda yeni keşfedilmiş
demir olsa gerektir, diyor. Az bulunuyor olsa da, demir o çağda niçin bu kadar
değerlidir? Demirden yapılmış baltayı bıçağı kamayı eline alırsan, istediğini
kesersin. Gırtlağına dayayınca bıçağı, herkesi köle yaparsın. Bulunduğun yerde
yörede kral olursun. Köle olmayı kabul etmeyenler de seni cayır cayır yakar.
İşte buradan, dört bin yıl önce Anadolu'da ne olduğu açığa çıkar. 5.000 yıl
önceye gitmezsen, 4.000 yıl önce Anadolu'da ne olduğunu bilmezsen, Hatti’den Hurri’den
Luvi’den Truva’dan Selçuklu’dan Osmanlı’dan “Bana ne ya!..” dersen, belirleyici
olguyu çizgiyi biçimi rengi gerçeği görmezsen, önünde sonunda birgün Türkiye
toprağına hasret kalırsın. Vatan ne demekmiş, işte o zaman anlarsın.
Mayadağ’dan uçup Vardar Ovası’nı geçtiysen, Selanik’den
Tekirdağ’a geldiysen, Hoşköy’de rakı şarap içtiysen, Yüksel gibi devrimci
olursun. Devrimcilik palavrası atan hainlere hırsızlara zirgillere zibidilere
güvenirsen, gök ekin biçilmiş gibi biçilir gidersin.
5.000 yıl önce, çömlekçi çarkı döner dönmez,
köleci düzen ilişkileri oluştu. 4.000 yıl önce, demirci körüğü icat edilince,
demirden balta bıçak kama gibi kesici delici aletler yapıldı. Elinde baltası
bıçağı kaması olanlar olmayanları zorla köle yaptı. Köle olmayı kabul
etmeyenler de kölecileri cayır cayır yaktı. Köleciler korkaklar hainler dağlara
uzaklara kaçtı. Dağlara kaçanlar toplum yaşamının dışında kaldı. Uzaklara
kaçanlar insanlıktan çıktı.
4.000 yıl önce, Anadolu’da konuşulan dillerde,
Atta’yı Otu biçiminde söylemek doğaldı. Otu’nun Tu biçiminde söylenişi de
yaygındı. Trakya’nın T’si işte buradan gelir. Trakya, Büyük Atta’nın Yeri Yurdu
demektir. Türkiye adı da aynı anlamdadır. Trak adı, soy boy kavim kabile belirtmez,
baba tanrı Atta’nın egemen olduğu alanı ve o alanda yaşayanları belirtir.
Trakya adının, T(u)-uR(a)-K(a) biçiminde söylenişi, Türk adının da kaynağı oldu.
Türk adı, Orkhun Yazıtları’ndan bin yıl önce Anadolu’da Ksanthos Yazıtı’na
yazıldı. Yazıt okunur okunmaz, yabancı kölecilere teslim olmaktansa aile boyu
ölmeyi seçen kölecilerin Türkler olduğu açığa çıktı.
Hattuş’tan batıya gidildikçe Atta’nın Ta sesi Te
De Ze biçimine dönüştü. Doğuya gittikçe Atta’nın Otu biçiminde söylenişi
yaygınlaştı. Dedekorkut Hikâyeleri’nde Türkler’e soy boy veren Oğuz, işte bu
baba tanrı Otu olmalı. Oğuz’dan önce Mete vardı. MeTe adının aslı, (a)Ma-(a)TTa
olduğu ve bunun da “Toprak Ana’nın erkeği Atta” anlamına geldiği yeterince
açıktır. Türkler adını Atta’dan almıştır. Kavim kabile soy boy ırk inanç ayırımcılığı
yapmadan millet olmayı başarmıştır. Kürt adının da bir anlamı vardır. Merak
edenler, Bilge Umar'ın Türkiye’deki Tarihsel Adlar kitabını okumalıdır.
Amasya’da Tokat’ta anaya babaya insana insanlığa
doğaya doğallığa saygı vardır, zalime zorbaya haine hırsıza saygınlık yoktur.
Eline beline diline eşine yoldaşına sahip olanlar, Toprak Ana’nın etrafında
semah dönüyor.
Toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında uygarlık
arayanlar, Anadolu adının Anatolia’dan geldiğine inanıyor. Anadolu adı
Anatolia’dan gelmez, Anatolia kavramı Anadolu’dan gelir. Grek adının G’si
Toprak Ana’yı anlatır, Türk adının T’si baba tanrı Atta anlamındadır. Grek’in
G’si ile Türk’ün T’si arasında en az bin yıllık fark vardır. Ege’nin
doğusu ile batısı arasında 1000 yıllık gark olduğunu Ekrem Akurgal açıklamıştır.
Truva Savaşı’ndan beş yüz yıl sonra, Dinar’a
gelen köleciler, baba tanrı Atta’nın gücünü görkemini gördüler ve adını bile
değiştirmeden Zeus Kelanaus’u bizden çaldılar. Çorum Hattuş Yazılıkaya’da taşa
oyulmuş on iki tanrıyı Zeus için aile
yaptılar. Zeus’un bilinen en eski adı, Zeus Kelanaus’tur. Kelana, Dinar’ın eski
adıdır. Kelanaus, Dinarlı anlamındadır. Köleciler erkek tanrıya inanır. Köleciliğe
karşıt olanlar, Toprak Ana’nın doğurganlığına inanır. Söylersen bana inandığın
tanrıyı, söylerim sana içinde yer aldığın toplumsal yapıyı.
Yüksel Eriş toplumsal ayrışmanın çatışmanın
dışında “insan erdemleri” arayan uçuk kaçık beyinsizlerle tavla bile oynamazdı.
4.000 yıl önce Anadolu’da, güzel yüzlü tanrı
kadın Toprak Ana’nın karşısına, zalimliğin zorbalığın köleciliğin tanrı babası
Atta çıktı. Atta’ya inananların başında krallar ve kralcıklar vardı. Kralların
kralcıkların baltasına bıçağına karşı, köle olmayı kabul etmeyenler de ateşe
sarıldı. Anadolu baştan başa yanarken, can derdine düşmüş korkaklar dağlara
uzaklara kaçtı. Kölecilerin tanrı babası Atta, kölecilerle birlikte kayıplara
karıştı. Toprak Ana Amasya’da toprağa kök saldı.
Köleciler yararlandıkları her yeri yöreyi ırmağı
dağı yerleşimi baba tanrı Atta’nın Otu’nun adıyla adlandırdı. Uzaklara kaçmış
gitmiş kölecilerin yerleştikleri yeri yöreyi Otu-na (Otu’nun yeri yurdu) diye
adlandırması doğaldı. Lakin, Otu-na denilince herkesin aklına yakmak yakılmak
geliyordu. Yanmaktan yakılmaktan başka bir işe yaramayan çalıya çirpiye dallara
köklere ve kaba saba hanımlara beylere o günden bu yana odun diyoruz. Odun adı,
dört bin yıl önce Anadolu’da kopan kıyametin ufacık bir izi olmaktan öte anlam
taşımaz. Toplumsal ayrışmanın ulaştığı boyutları gözden kaçıranlar, odun adının
anlamını kavrayamaz. Avrupalı olmayı başarmış kemirgen sömürgen köleci
takımının bizimle arkadaşlık yoldaşlık kardeşlik ilişkisi yoktur. Ama hepsinin
dört bin yıl önceden kalma kuyruk acısı vardır.
Dört bin yıl önce kıyamet koparken, kölecilerin
elinde keskin balta bıçak kama varken, köleciliğe karşı direniş yapanlar ateşe
sarılmışken, “yiğitliğin onda dokuzu kaçmaktır” görüşü ortaya çıktı. Dağlara
kaçanların bir bölümü, Ermeni olmayı başardı. Dağdakilerin diğer bölümü daha
korkaktı. Dağların doruğunda 4.000 yıl yaşadılar. Adlarını dağdan doruktan
aldılar. Dağdan düze inerken ikiye ayrıldılar. Kavim kabile soy boy inanç
ayırımcılığı yapmayanlar, yurdunu yurttaşını korumak için, yabancı kölecilerin
karşısına aslan gibi çıktılar. Zaferden sonra, kimsenin köküne bakmadan
birleşerek bütünleşerek bir millet yarattılar. Varsıllığı yoksulluğu acıyı
biberi elmayı şekeri her şeyi paylaştılar. 4.000 yıl önceki toplumsal
ayrışmanın çatışmanın izini tozunu unutmuş dağ adamları, toplumsal gelişme
sürecine ayak uyduramadılar. Aşiret denilen sürüler halinde ona buna
satıldılar. Ayrışmak için kardeş kanı akıttılar. Yanlış yaparken ihanet
bataklığına battılar. Beş bin mehmetçik kanlar içinde yerde yatarken, davulla
zurnayla giriş yaptılar!..
Kemal Atatürk “Ne mutlu Türküm diyene!..” dediği
anda, 5.000 yıllık ayrılık karşıtlık bitti. Ağalık tefecilik bezirgânlık
çöplüğe atıldı. Sömürgenler kemirgenler hainler hırsızlar bundan hoşlanmadı.
Atatürk’ten sonra yönetim sağını solunu yolunu şaşırdı. İşbirlikçi tekelci
yerli aymaz yobaz paragöz burjuva sınıfı ve ortaçağ artığı ağa tefeci bezirgân molla
takımı, en büyük yanlışı yaptı. Memleketi milleti asker dahil her şeyi sattı.
5.000 mehmetçik kanlar içinde yerde yatarken, dağdan gelenler davulla zurnayla
karşılandı. Anlayana sivrisinek saz!..
Yüksel fırsatı kaçırmazdı, “Ben anlamadım, şu
işin özünü özetini bir daha anlat!..” derdi. Ben de Türkiye Tarihi’nin ana
çizgilerini yedi yaşındaki çocuğun bile anlayabileceği dille anlatırdım. Yüksel
dikkatle dinlerdi.
Edebiyatta sanatta siyasette yaşamda başarılı
olmak için, önce gerçeği görmeliyiz. Dünyayı ve olayları doğru kavramalıyız.
Yaşadığımız her şeyden ders çıkartmalıyız. Yurdumuza yurttaşımıza çağımıza
çağdaşımıza insana insanlığa doğaya doğallığa sahip çıkmalıyız. İnsanlığın
bilgi birikiminden yararlanmalıyız.
Yeryüzünde insanlığın yeşerdiği ilk yer, Anadolu
toprağıdır. 15.000 yıl önce, ilk buğday tohumunu toprağa eken yurttaşımız,
insanlığın yolunu açtı. Ektiğimiz her tohum tanesi toprakta beş on yirmi kat
çoğaldı. İşte bu çoğalma yüzünden, Anadolu insanı toprağın doğurganlığına inandı.
Ve toprağı, tanrı kabul etti. Toprak Ana’nın kucağında yırtıcı hayvanlara bile
yer vardı.
Anadolu insanı çanak çömlek yaparken, çömlekçi
çarkı yapmayı akıl etti. İnsanoğlunun yaptığı ilk teknik devrim, işte bu çömlekçi
çarkıdır. Çömlekçi çarkı 5.000 yıl önce döner dönmez toplum yaşamında köleci
düzeni dayattı. Doğaldır ki, o güne kadar üretimin dışında olan avcı toplayıcı
savaşçı kurnaz erkek, olayı hemen kavradı ve kadının elinden çömlekçi çarkını
aldı. Savaş tutsaklarını zorla çalıştırdı, onları köle yaptı, kölecilik çağını
başlattı. Ve baba tanrı Atta'yı yarattı.
Köleciliğe karşı direniş devam ederken, çömlekçi
çarkından 1000 yıl kadar sonra, demirci körüğü geldi girdi yaşantımıza. 4.000 yıl
önce demirden balta bıçak kama üretildi. Baltanın bıçağın kamanın üretilmesi,
Anadolu’da kıyametin kopmasına yol açtı. Kralların ve kralcıkların elinde balta
bıçak kama vardı. Köle olmayı kabul etmeyenler ateşe sarıldı. Kıralları ve
kıralcıkları yaktılar. Can derdine düşen köleciler, sürüler halinde dağlara
uzaklara kaçtılar. Avrupa içlerine kaçanlar, geldikleri yeri yöreyi bile
unuttular. Dağlara kaçanlar, toplum yaşamının dışında kaldılar.
Köleciliğe karşı direnenler, Anadolu toprağında
Türkleştiler. Türkleşme, kavim kabile soy boy dil din değiştirme değildir,
yurduna yurttaşına sahip çıkmaktır, ekildiği dikildiği toprağa egemen olmaktır.
Anadolu’nun baştan başa yakılmasından yıkılmasından yüz yıl sonra, günümüzden
3.900 yıl önce, Anadolu’da akıllanmış kırallar ve kıralcıklar kuşağı ortaya
çıktı. Krallar ve kralcıklar içeriden dışarıdan gelen tehlikelere karşı akıl
fikir eylem birliği yaptı. Her savaştan sonra durum değişti. Kralcıklar
kralların, krallar da Büyük Kral’ın egemenliği altına girdi. Kızılırmak yayı
içinde Hatti, Doğu’da Hurri, Güneybatı’da Luvi kırallığı vardı. İşte bu üç
büyük kırallıktan doğdu Hatti İmparatorluğu. Anadolu ilk defa birleşmiş
bütünleşmiş oldu.
Hattiler Hurriler Luviler, Anadolunun yerli
halkıdır. Başkası vardır, öncesi yoktur.
Yunan köleciler, demirden balta bıçak kama
yapmayı öğrenince, 3.250 yıl önce, Anadolu’ya saldırdılar. Çanakkale’de Truva
Savaşı’nda biz yenildik. Yurdumuz ilk defa işgal edildi. Yabancı boyunduruğu
altına girmeyen yerli krallar kralcıklar ve köle olmayı kabul etmeyen
insancıklar öldürüldü. Tutsaklar köle yapıldı. Truva Savaşı’ndan sonra, beş yüz
yıl boyunca okur yazar kimsenin olmadığı karanlığın külleri örttü Anadolu
toprağını.
Kölecilerin dayatması sonucu Anadolu’da Yunan
dili yaygınlaştı. Edebiyatçılar sanatçılar bilginler zenginler Yunanca
konuşmaya okumaya yazmaya başladı. Heredotos Homeros Strabon Tales Anaksimenes
Diogenes Isidoros Sostratos Hippodamos Eudoksos ve daha diğerleri, Anadolu
insanı olduğu halde, Yunan nüfusuna yazıldı.
Anadolu toprağında Yunan kölecilerin egemenliği
devam ederken, İsa’dan 550 yıl önce doğudan İranlı köleciler geldi. Ksanthoslu
ve Kaunoslu kölecilerin dışında direnen olmadı. Yunan egemenliği bitti. Anadolu
ikinci defa işgal edildi.
Persler’den 220 yıl sonra Makedonya Kralı
İskender geldi Anadolu’ya. Termessos halkı, İskender'in 20.000 kişilik ordusuna
karşı bir avuç kuvvetle direndi. İskender başarılı olamayacağını anlayınca geri
çekildi. Ama yine de, krallar kralcıklar hiçbir direniş yapmadan İskender’e
teslim oldu. Anadolu üçüncü defa işgal edildi.
İskender, Suriye üzerinden Mısıra gitti. İran’ı
Afganistan’ı Pakistan’ı işgal etti. Kurduğu imparatorluğu yönetmek için Babil’e
geldi. Babil’de kırk güne kalmadan ishal oldu öldü gitti.
Pers devleti yıkılır yıkılmaz, İranlı Mitra
Amasya’da Pontos Kırallığı devletini kurdu. İskender artıklarıyla otuz yıl
savaştıktan sonra, esir düştü ve öldürüldü. Yerine oğlu İkinci Mitra geçti.
Savaş devam etti. Pontos Kırallığı, Anadolu’da kurulan ikinci yerli bağımsız
devlettir.
Üçüncü Mitra’nın oğlu Farnakes, İsa’dan önce 185
yılında, Sinop’u aldı ve Pontos Kırallığı’na başkent yaptı.
Altıncı Mitra kral olduğunda ufacık bir çocuktu.
Ama hayalleri düşleri büyüktü. Karadeniz kıyılarını ve Kırım’ı aldı. İsa’dan
önce seksen sekizde, Romalı köleciler savaşa katıldı. Pontos Krallığı'nın orduları,
Yunan ve Roma egemenliğini kıra kıra, Sinop’tan İzmir’e uzandılar. Bir günde
80.000 Romalı’yı öldürdüler. Atina’yı kuşattılar. Bergama’yı Pontos Krallığı’na
başkent yaptılar. Truva Savaşı’ndan bin yıl sonra, yabancı kölecileri bozguna
uğrattılar.
Altıncı Mitra’nın akılsız oğlu Farnakes,
düşmanın gözüne girmek için, kendi öz babasını öldürdü ve babasının ölüsünü
armağan olsun diye düşmana gönderdi. Romalı köleci Sezar, armağanı alır almaz
fırsatı değerlendirdi, 20.000 kişilik ordusuyla saldırıya geçti. İki ordu
Zile’de buluştu. Farnakes’in bir günde 80.000 Romalı’yı öldüren 40.000 kişilik
ordusu, İsa’dan önce 47 yılında Zile’de Romalı Sezar’a yenildi. Sezar “Geldim,
gördüm, yendim!..” dedi. Pontos Kırallığı bitti. Anadolu dördüncü defa işgal
edildi.
Romalı köleciler o kadar zalimlik zorbalık yaptı
ki, Anadolu halkı doğudan gelen Türkmen savaşçılara omuz verdi. Konya’da
Selçuklu Devleti kuruldu. Yeni bir umut yeşermişti.
Selçuklu Devleti de köleci düzen ilişkileri
bataklığına battı. Amasya’da Baba İlyas, Selçuklu’ya karşı direniş başlattı.
Konya'dan gelen orduyu tek başına karşıladı. Amasya halkı savaşa katıldı.
Direnişin öncüsü Baba İlyas, Amasya Kalesi’nin burçlarına bayrak gibi asıldı. İlyas'ın
öğrencisi arkadaşı yoldaşı Baba İshak, Adıyaman’da başlattı ayaklanmayı. Maraş
Malatya Sivas Tokat ayaklanmaya katıldı. Amasya’da Baba İlyas’ı öldürenleri
öldürdüler. Konya üzerine yürüdüler. Yarı yolda yenildiler. İshak da Amasya’da
asıldı.
Direnişçilerden geriye kalmış yaralı iki yiğit,
Selçuklu’yu yıkmak için ant içtiler. Söğüt’te Kayı Boyu’na gittiler. Osmanlı’yı
örgütlediler. Selçuklu’yu yıktılar. Bu iki yiğit öncüden birinin adı Bektaş
idi, Hacı Bektaş oldu. Diğerinin adı Ali idi, Şeyh Edeb Ali oldu.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u almakla, Anadolu’yu
Yunan Pers Makedon ve Romalı köleci zorbalardan kurtardı. Truva Savaşı’ndan bu
yana boynumuzda duran yabancı köleci boyunduruğunu kırdı attı.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında, kuşlar
gibi özgür olmanın keyfini yaşadı. 40.000 kölesi vardı, hepsini özgürleştirdi.
Padişah’tan sonra vezirler kizirler ve diğer köleciler kendi köleciklerini
özgürleştirdi. Böylece, en az 200.000 köle özgürlüğe kavuştu. Eski kölecilik
çağı bitti.
Ağa tefeci bezirgân üçlüsü, yeni çağın egemen
sınıfı oldu. Ağalar patron, tefeciler banka, bezirgânlar çağdaş bakkal olamadı.
Ekonomi çöktü. İsyancı olmayı da öğrendik.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında,
İngiliz Fransız Rus oyuncağı olmuş kişiler, Anadolu’da ırkçılık ayırımcılık
düşmanlık ihanet tohumları ektiler. Oyuna gelmiş bazı Ermeniler, Türkler’in
ciğerine ihanet bıçağı gibi girdiler. Ermeni damarımızı da bizden koparttılar.
1919’da Anadolu beşinci defa işgal edildi. Ama
bu işgal beş yıl bile sürmedi. Mustafa Kemal’in askerleri işgalci düşmanı yurttan
attı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne devrimci geçiş yaptı.
Beşinci dalga kölecilerin hevesini kursağında bıraktı.
Anadolu’da yerli köleci zorbaları 4.000 yıl önce
bozguna uğrattık. Kölecilerin egemen olması, 100 yıl sonra filizlenen akıllanmış
kuşağa kaldı. Pankus denilen köleci meclis, kölenin de bazı hakları olduğunu
karara bağladı. Kralla Kraliçe’yi aynı yetkilerle donattı. Özgür yurttaşlardan
ordu kurmayı başardı. İşte bu ordu, Türk Ordusu’dur. Türk Ordusu iki defa yenildiği
için, 2.400 yıl yabancı kölecilerin boyunduruğu altında yaşadık.
Atatürk’ün açtığı yoldan ayrıldığımız ve savaş yıllarında
yanlış işler yaptığımız için yurdumuzu yurttaşımızı yabancıya bıraktık. Bonç batağına
battıkça battık. İşte o yüzden, Atatürk’e ve Türk Ordusu’na saldırıyorlar.
Türkler 1071’de Malazgirt'den Anadolu'ya girdi.
Yoğurt peynir koyun keçi kıl yün sattı, ticaret yaptı, zengin oldu. Edebiyata
sanata merak saldı, bey gibi yaşadı, devlet kurdu, imparatorluk oldu, dünyayı
yönetti. Yanlış yaptı, askeri bakımdan başarısız oldu, iflas etti, işgal
edildi. Düşmanı denize döktü, demokrasiyi öğrendi, insan olmayı da öğrenecek,
diyorlar.
Tükler Ortaasya’dan geldi, Anadolu’nun yerlisi
değildi, diye propaganda yapıyorlar. Soy boy kavim kabile ırk inanç ayırımcılığı
yapıyorlar. Türkler’i “soykırım” yapmakla suçlayan her türlü görüşe kucak
açıyorlar, para pul silah külah yalan dolan her şeyi veriyorlar. Kendileri
birleşmek bütünleşmek için uğraşırken, bize ayrışma dağılma dayatması
yapıyorlar. Ve bir de utanmadan, hak hukuk adalet insanlık çağdaşlık palavrası
atıyorlar. Dostu düşmanı ayırt edeceğiz.
İlk bakışta görüleni algılamak yetmez.
Görülmeyeni de görmek gerekir. Yeryüzüne ilk buğday tanesini biz ektik. Son
buğday tanesini de biz ekeceğiz. Ama bu arada, Hatti Hurri Luvi köklerimizi de
öğreneceğiz. Yurdumuzu yurttaşımızı çağımızı çağdaşımızı insanı insanlığı
doğayı doğallığı bilimi bilgeyi edebiyatı sanatı sanatçıyı seveceğiz. Köleciler
dayattıkça ayrılığı, birleşeceğiz bütünleşeceğiz. Darda zorda kaldıkça, üretimin
gücünü göreceğiz. Yalancı dolancı değil, gerçekçi olacağız!..
Bu anlattıklarımı Yüksel Eriş bir cümle ile
özetlerdi. “Üretimin dışında olan, yaşamın içinde olamaz!..” derdi. Konuyu
örneklendirmek için soru sorardı. Toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında
özgürlük olur mu?
Dağlara denizlere çöllere gidersen, ölüden
diriden sömürüden bana ne dersen, anlık günlük yıllık azcık özgürlük olur. Yani
demek oluyor ki, toplumsal ayrışmadan çatışmadan sömürüden soygundan zalimden
zorbadan kaçış kurtuluş yoktur. Kölecilerin egemen olduğu her yerde, köleci
olmayanı aşağılamak dışlamak suçlamak doğaldır.
İbrahim peygamberi yakmak için her yolu
denemişler, başaramamışlar. Koruyucu melekleri kovmak için, büyük günah işlemek
gerekiyormuş. Ve bu günahı işlemek için, Cin ile Gan kardeşler zina yapmışlar.
İşte bu kardeş kardeşe yapılan zinadan doğan çocuğun adını CinGan koymuşlar. Yani
bizim bugün çingene diye bildiğimiz insancıklar, aslında bu sapık ilişkinin
çocuklarıymış. Görelim bakalım, bizim çingene kardeşler niçin öyle sapık
sayılmış!
Luvi dilinin küçültme takısı -la, Attila
örneğinde olduğu gibi, sözcüklerin sonunda yer alıyordu. Hatti dilinde
sözcükler önek alarak yeni anlamlar kazanıyordu. Tanrı anlamına gelen şapu
sözcüğü, wa öneki alarak waşapu olduğunda, tanrılar anlamına geliyordu. Attila’nın
başındaki ve sonundaki a sesini dışarıda bırakırsak elimizde ttil sesi kalır ve
bu ses yine aynı seyi anlatır. Attila, Attacık demektir. Çitil sözcüğündeki
-til sesi de aynı anlama gelir. Yavru’nun yavrucuk olabilmesi için, bir
küçültme eki daha alması gerekir. İkinci defa küçültme için, Hatti dilinden
kalma önek alışkanlığımız kapıyı açıyor ve çitil sözcüğündeki ç sesinin
küçültme eki olduğu açığa çıkıyor. Çete sözcüğünün ç sesi de küçültme görevi
yapıyor.
Çingene adının başındaki ç sesinin -cik anlamına
geldiğini kabul edersek, gerisi kolaydır. Çingene adını, çigan diye söyleyenler
de yol gösterici oluyor. Farkı görmek için, sesli harfleri silmek yararlı olur.
Silersek, ç-n-g-n ve ç-g-n biçiminde iki yazılış ortaya çıkar. Bu iki yazılışı
üst üste getirirsek, ç ile g arasındaki n harfinin birinde fazla veya diğerinde
eksik olduğu görülür. Dikkatli bakarsak, yani daha önceki bilgilerimizi ortaya
koyarsak, ç’den sonrasını kavrayabiliriz. Ç öneki Hatti geleneğimiz olduğuna
göre, kölecilik çağından önceye gitmemiz gerekecek. Kölecilik çağı öncesinden
bu yana, g denilince herkesin aklına toprak gelir, n harfi ise bizi doğuran
kadını anlatır, ikisi birlikte Toprak Ana demektir. Bu durumda, çi-ga-n adı,
Toprak Ana-cık anlamına gelir. Ama bu bir tanrıyı anlatmaktan öte anlam
taşımaz. Çingene adının daha doğru anlamının, ç-n-g-n biçiminde yazılan Ana-cık
Toprak Ana veya Toprak Ana’nın Kızı olduğu açıktır.
Bundan sonrası, çingene kardeşlerin niçin
aşağılandığı dışlandığı ile ilgilidir. Hiç kimseye, maksat güzellik olsun diye,
Toprak Ana’nın Kızı demezler. Öyle dediklerine göre, işin içinde başka iş
vardır. Gerçeği görmek için devam edelim. Onlar ki, 5.000 önceden bu yana
köleciliğe teslim olmamışlar. Bilgi birikimlerini şenlikle şamatayla çalgıyla çengiyle
kuşaktan kuşağa aktarmışlar. Aşağılanmışlar dışlanmışlar ama sömürgen kemirgen olmamışlar.
Toprak Ana bire kırk verirken bile aç kalmışlar ama açgözlü olmamışlar.
Sefilliğe razı olmuşlar, ama onun bunun kedisi köpeği atı eşşeği olmamışlar.
Dikkat edilsin, Toprak Ana’nın Kızı denilirken
bile, oymakla kazımakla çıkarılamayacak aşağılama dışlama suçlama vardır. 4.000
yıl önce Anadolu baştan başa yakılırken sınıf savaşına katılmazsan, savaş
meydanlarından kaçarak özgür olmaya çalışırsan, köleciler seni karı kız olmakla
suçlayıp aşağılayacaktır, köleciliğe karşı direnenler de seni nüfustan saymayacaktır.
Erkeği ve kadını orospu yapan köleciler, kendi yaptıklarını gizlemek için, seni
de sapık ve gühahkâr yapacaktır. Keçi kadar akıllı direnişçi olmazsan, günah
keçisi olmaktan kurtulamazsın. Sınıf savaşında çakılan çivi, bin yıl sonra bile
çakıldığı yerden çıkarılamaz. Öyle ise akıllı olacaksın, toplumsal ayrışmanın
çatışmanın dışında olmayacaksın, çingene olduğunu unutmayacaksın.
Gelelim “buçuk” olma hikâyesine. Toplumsal
ayrışmanın çatışmanın yoğunlaştığı 1970’li yıllarda “kararsızlar” çoğaldı. “Ne
sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu!..” görüşü ortaya çıktı. Sınıf
savaşından kaçanlar, toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında kalmak isteyenler,
futbol edebiyatına sığındı, akılsız fikirsiz korkak sünepe sayıldı. Aynı
şekilde, 4.000 yıl önce insancıklar delik deşik edilirken ve Anadolu baştan
başa cayır cayır yanarken, toplumsal ayrışmanın çatışmanın savaşın dışında özgürlük
arayanlar “buçuk” sayıldılar. Aşağlanmış dışlanmış aşsız işsiz eğitimsiz
çingene çocukları, 2000’li yılların başında daha iğrenç bir saldırının hedefi
oldular. Almanya’da Polonya’da elli yıl önce fırınlarda çingene yakanlar, şimdi
çingenelerin roman olduğunu söylüyor. Dahası, kandırılmış çingene
çocukları roman olduklarına inanıyor. Roman, romalı demektir, köleci anlamına
gelmektedir. Köleci olmak için, köle sahibi olmak gerekmez, köle olmayı
kabullenmek yeterlidir. Türkiye'de Toprak Ana’nın Kızı olmaktan daha güzel bir
şey olabilir mi? Sömürgen kemirgen zalim zorba köleci olmak, Toprak Ana’nın
Kızı’na yakışır mı? Dikkat edilsin, Toprak Ana’nın Kızı denilirken asıl
aşağılanan uysal erkektir. Çingene kızların daha özgür ve seçici olması, en az
5.000 yıllık gelenektir. İşte o yüzden, çingenecikler yalana yanlışa paraya
pula zorbalığa boyun eğmeyecektir. Anlamını öğrenirse, roman olmayı kabul
etmeyecektir!..
Azcık nefes alacak olsam, “Komşi sen bu kıza
aşık olmuşsun!..” derdi. “Kime?..” desem, “Çingene kıza!..” derdi. “Çingene kız
da nereden çıktı?..” desem, “Devam et, görürsün!..” derdi. Yani, söz
söylenmeden sözün nereye geleceğini bilirdi. Yine de söylenecek sözün
söylenmesini beklerdi.
Çingenecikler uçar kaçar takımından oldukları
için, toplumsal ayrışmanın çatışmanın dışında özgürlük aradıkları için, anlık
günlük yıllık azcık özgür yaşamaya alıştılar. Ama bazen içlerinden uyanık
geçinen üç beş kişiyi zalimler zorbalar köleciler dünyasına kaptırdılar.
Kendini sel suyuna kaptırmayan çingene kardeşler, fakirliğe sefilliğe razı
oldular, hain hırsız uğursuz rezil olmadılar. Olanları, çeribaşı olmakla
suçladılar.
Dört bin yıl önce Anadolu’da kıyamet koptuklan
sonra, toplumsal ayrışmanın çatışmanın külleri arasından azcık akıllanmış yeni
köleciler kuşağı filizlendi. Baltanın bıçağın kamanın kesmenin öldürmenin
kölecinin karşısına, köle olmayı kabul etmeyenler ateşle yakarak çıktı. Pankus
denilen köleci meclis, kölenin de bazı hakları olduğunu karara bağladı, kralla
kraliçeyi aynı yetkilerle donattı, özgür yurttaşlardan ordu kurmayı başardı.
Doğaldır ki, çingeneler bu gelişmenin dışında kaldı, etliye sütlüye acıya
tatlıya karışmadı, toprağa iki çekirdek atmadı, avcılık toplayıcılık yolundan ayrılmadı,
kralların kralcıkların şahların padişahların ordusunda askerlik yapmadı.
Ama birgün yağmurdan kaçarken doluya yakalandı.
Osmanlı Ordusu yükseliş yıllarında savaş yaparak ele geçirdiği her yerde
yağmacılık yapmak için üç beş gün ayırırdı. İşte bu üç beş gün içinde,
ganimetlerin beşte biri padişahın payı olarak ayrılırdı ve kalanlar devlet
yöneticileri arasında paylaştırılırdı. Savaşta yenilenler ele geçirilince kadın
kız erkek ayırımı yapılmadan köle sınıfına katılırdı. Sağlıklı genç erkekler
Anadolu’ya getirilip köle pazarında satılırdı. Yeniçerilerin eline düşmüş savaş
tutsağı kadınlar kızlar ırzına geçildikten sonra hemen oracıkta kölecilere
satılırdı. Köleciler çok ucuza aldıkları savaş tutsağı kadınları kızları
yeniçerilerin gönül işlerinde kullanırdı. Yeniçeriler aşk pazarının en önemli
müşterisiydi. Şehir dışında para karşılığında aşk için kadın satan kölecilere
çeribaşı yakıştırması yapıldı. Çeribaşı olan çingene beylerine padişah
mülkünden toprak verildi. Ama yine de çingene kardeşleri kazığa toprağa
bağlamaya kimsenin gücü yetmedi.
Osmanlı’nın yıkılış yıllarında savaş
meydanlarında yaşanmış yenilgiler, çeribaşı beylerin de işini zorlaştırdı. Yeni
ağalar beyler daha kaliteli hizmet istedikleri için, çeribaşı olmuş çingene
beyleri tacını tahtını Ermeni kardeşlere bıraktı. Çingene kardeşler şehir
dışında kaldı. Daha önemlisi, cumhuriyet hiç kimsenin köküne cinsine
cibiliyetine bakmadan herkesi eşit yurttaş yaptı. Yurttaşlar arasında çingene
olanın olmayandan farkı kalmadı!..
Yüksel yaptığım bu anlatımı yeterli bulmazdı.
Olayı kavramak için, “Türkçe sözcükler önek alır mı?.” diye sorardı. Ben de
sordum. Ama hiç kimseden olumlu yanıt alamadım. Bu durum benim yanlış olduğumu
kanıtlamaz. Küçük Karabalık kardeşlerden olduğumu kanıtlar.
Sanat toplumsal ayrışmayı çatışmayı dayanışmayı
örgütlenmeyi nasıl etkiler? Aşık İhsani
“Korkuyorlar korkacaklar korksunlar, geliyoruz geleceğiz yakındır. Kim nerede
ne işliyor hepsini, biliyoruz bileceğiz yakındır!..” diyordu. Aşık İhsani türkü
söylerken hainlerden hırsızlardan korkmuyordu, hainler hırsızlar İhsani’yi dinlemekten
korkuyordu. Edebiyat sanat korkaklığa kaypaklığa salaklığa bencilliğe rezilliğe
yer vermiyordu. Korkaklar kaypaklar salaklar hainler hırsızlar arsızlar edepsizler
ibneler orospular, devrimci sanatı sanattan saymıyordu. İhsani'yi görmezlikten
gelenler, Türk dili edebiyatı sanatı üzerine mangalda kül bırakmıyordu.
Daha ilginç olan, gerçek sanatçılanın ilerici
devrimci oluşu ve köleciliğin her türüne karşı koyuşudur. Desteğini aldığı
kölecinin dibini oyacak kadar akıllı oluşudur. Köleciliğin en uyanık
savunucularını uyutmak ve bazen onları devre dışı bırakmak kolay değildir. Ama
sınıf savaşının bu en duyarlı öncüleri, tehlike arttıkça daha akılcı olmanın
yollarını aramışlar. Buldukları yöntem, sarı diken gibi yumuşacık olmaktır. Sarı
diken yumuşacıktır, ucu iğne gibi inceciktir, batarken battığını anlamazsın,
battıkdan sonra dikeni kuyruğundan tutup çıkaramazsın. Sanatçının sözü söylemi
de girdiği yerden çıkmaz. Bunu bildikleri için, köleciler sanatçıyı özgür
bırakmaz. Su yolunu bulur ise, akacak kan damarda durmaz ise, gerçek sanatçı
için yasak olmaz. Herkesin bildiği dilden anlatamazsan, başka dilden
anlatırsın, kuş diliyle anlatırsın. Kuş diliyle anlatamazsan, puşt diliyle
anlatırsın.
İçeriğin biçimin birbirine uyumlu olması
gerekir. İçeriği uyarma uyandırma olan sanat devrimcidir, içeriği avutma uyutma
olan sanat gericidir. Güzel biçim veya ustalıklı anlatım tek başına sanat
değildir. İçeriksiz biçim sepet olur, sanat olmaz. Amacı içeriği olmayan hiçbir
güzellik sanat sayılmaz. Sabahtan akşama kadar volta atmak veya orada burada
gezinti yapmak, yürümek değildir. Yürümek, bir yerden bir yere gitmektir.
Gidilecek yer doğru seçilmişse gerisi kolaydır. Sanatçı, yakaladığı ışığı
paylaşandır, geçmişi geleceği aydınlatandır. Sarı diken gibi girdiği
yerden çıkmayandır.
BoyamaKitabı 1-2-3-4 incelenecek olursa, aslında bunun bir eğitim
programı olduğu görülür. Sadece resim yapma tekniği bilgilerini öğretmeyi değil,
öğrenciyi öğretmeni aileyi eğitmek isteyen bir çalışma yaptım. Resim, gördüğü
şeyi doğru algılamaktır, algıladığını hesaplayıp kıyaslamaktır, kafada oluşmuş
olguyu çizgiyi biçimi rengi gerçeği başka bir yere aktarmaktır.
Soran sorgulayan hesaplayan kıyaslayan doğru
dürüst düşünen insana ihtiyacımız kalmadığı için olsa gerek, resim dersini
İlköğretim Programı’ndan çıkartmışlar. Resim dersinin yerine, yaptıklarını
gizlemek için, Görsel Sanatlar diye uyduruk kaydırık bir ders koymuşlar. İşte
bu nedenle, resim dersi bir daha İlköğretim Programı’na konulursa, neyin nasıl
niçin yapılacağı ile ilgili boş tartışmalara girilmesin diye, yepyeni bir
program ürettim. Uygulanma olanağı olmayan program, isterse sanat eğitimi
programı olsun, kimseye yarar veya zarar sağlamıyor. Dahası, anlık günlük yarar
veya zarar sağlamayacağı belli olduğu için, kimse benimle ilgilendiğinin
çeyreği kadar kitapçıklarımla ilgilenmiyor. Herkes kendine göre bahane buluyor.
İspinoz kuşlarının gagası kısa, sırtı yeşilimsi
mavi, döşü kırmızı pembe, ötüşü güzel olurmuş. O yüzden, bu kandırıkçı kuşlar
öterek vatana millete yararlı işler yaparmış. Sosyal-demokrat kuşlar vatan
millet palavrası atarmış. Devrimciliği demokratlığı kimseye bırakmayan
uyanıklar her türlü yanlışı yaparmış. Dağlarda eşkiya olanlar düz ovada kendi gölgesinden
korkarmış. Dinci kuşlar hak hukuk adalet örtüsü altında deveyi hamuduyla yutarmış.
Dışarıdan gazel okuyan ötüşü güzel kuşlar, yandaşlarına yoldaşlarına nanik
yaparmış. Yok aslında birinin diğerinden farkı. Kırılacak diye korkuyorlar,
zalimliğin zorbalığın hainliğin hırsızlığın beş bin yıllık köleci çarkı!..
Annem bir yüzü sac üzerinde pişen ekmeği, diğer
yüzünü sacın altındaki ateşte kızartarak pişiriyordu. Böylece ekmek fırında
pişmiş pide gibi oluyordu. Sıcacık ekmeğin üzerine tereyağ sürdüm, Yüksel ayran
yaptı. İkinci ekmeği de yedikten sonra “İlk defa böyle bir ekmek yedim!..”
dedi. Ekmeğin özel adı olup olmadığını sordu. Annem “Bir yüzlü!..” dedi. Yüksel
adın anlamını merak etti. Bir yüzü ateşte kızartılarak pişirildiği için öyle
adlandırıldığını öğrenince, Yüksel buradan hemen teori üretti. Bir yüzlü olana
yanaşacaksın, iki yüzlü olandan uzak duracaksın!..
YükselEriş blogu
20 Temmuz 2010 günü yayına girdi. Bir
gün sonra, Engin Erkiner duyuru yaptı. İki buçuk ayda, http://enginerkiner.org üzerinden gelen
ziyaretçi sayısı 700 oldu. Bunlardan duyup gelen ziyaretçilerin sayısı 4.500’ü
buldu. Yüksel’in gölgesine sığınmanın da bir bedeli olduğunu görüldü. Mihrac ile
Rıza sessizliğe gömüldü. İkisi de, Yüksel öldü veya öldürüldü diyemiyor.
Yüksel yapıyormuş. Yener tutuyormuş. Bomba patlamış. Yener’in elleri kopmuş. Yüksel’in ayağındaki parmaklardan biri tırnak boğumundan kopmuş. Buna rağmen, Yüksel ölmüş, Yener ölmemiş. Yüksel bombadan öldüyse, Yener niçin ölmedi? Yener ölmediğine göre, Yüksel niçin öldü? Patlama olduğunda, Yener’den Yüksel’den başka orada kimler vardı? Bu kişiler bildiklerini niçin sakladı? Süreyya’nın Yüksel Eriş olduğunu kim açıkladı? Yüksel’i hastaneye kim götürdü? Hastanede ne oldu? Yüksel’i arayan soran sorgulayan oldu mu? Yener nasıl kurtuldu? Rıza bu soruların cevabını bilmiyor mu? Mihrac bu soruların cevabını bilmiyor olabilir mi? Yoksa, bildiklerini açıklamaktan korkuyor mu? Bildiği gerçeği açıklamayan suç ortağı olmuyor mu?..
Yüksel yapıyormuş. Yener tutuyormuş. Bomba patlamış. Yener’in elleri kopmuş. Yüksel’in ayağındaki parmaklardan biri tırnak boğumundan kopmuş. Buna rağmen, Yüksel ölmüş, Yener ölmemiş. Yüksel bombadan öldüyse, Yener niçin ölmedi? Yener ölmediğine göre, Yüksel niçin öldü? Patlama olduğunda, Yener’den Yüksel’den başka orada kimler vardı? Bu kişiler bildiklerini niçin sakladı? Süreyya’nın Yüksel Eriş olduğunu kim açıkladı? Yüksel’i hastaneye kim götürdü? Hastanede ne oldu? Yüksel’i arayan soran sorgulayan oldu mu? Yener nasıl kurtuldu? Rıza bu soruların cevabını bilmiyor mu? Mihrac bu soruların cevabını bilmiyor olabilir mi? Yoksa, bildiklerini açıklamaktan korkuyor mu? Bildiği gerçeği açıklamayan suç ortağı olmuyor mu?..