Engin Erkiner
1974 affı ile birlikte çok sayıda kişi tahliye
oldu. Aradan biraz zaman geçtikten sonra ortaya çıkan durumun önceden
düşündüğümüzden hayli farklı olduğunu görmeye başladık. Tahliye olanların bir
bölümünü tanıyordum ve çevreden duyduklarım bu arkadaşların THKP-C çizgisinden
bambaşka şeyler savunduklarını gösteriyordu.
Bir bölüm eski THKP-C’li “sosyal emperyalizmi”
keşfetmiş ve Halkın Yolu’ndan olmuşlardı. Daha sonra bunların bir bölümü
Aydınlık’a katılacaktı. Doğu Perinçek ya da eski adıyla Beyaz Aydınlık çevresi
o günlerde etkiliydi. Bu etkinliklerini bir oranda hapishanede iken yaptıkları
–bir bölümü anlamsız- eylemlere borçluydular. Mesela, hapiste süt içmemek gibi…
Neden, anlayan beri gelsin!
Ankara’da Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (AYÖD)
kuruluş çalışmaları vardı. Legalde örgütlenmeye karşı değildik ama hiç kimseden
“silahlı propagandaya hazırlık” gibisinden bir saptama duymuyorduk. “Şimdi
silahlı propagandanın sırası değil” düşüncesi vardı.
Bu arada TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi)
kurulmuş, TKP faaliyetini artırmış ve ortalık Mahir Çayan’ı eleştiren
yayınlarla dolmaya başlamıştı. THKO’dan TİKKO’ya kadar herkes THKP-C çizgisini
eleştiriyordu. Bunlar teksirle basılmış yazılar olarak elden ele dolaşıyordu.
TSİP’in İlke adlı dergisi yayın hayatına
başlamıştı. İlk sayılarındaki teorik yazılar Mahir Çayan’ın görüşlerinin
eleştirisine ayrılmıştı. İlke, eleştiriye, yerinde bir saptamayla, emperyalizm
tahlilinden başlıyordu. Kısacası ortaya çıkan her grup kendisini öncelikle
THKP-C’ye karşı konumlandırıyordu. Bu durum, THKP-C çizgisinin prestijini başka
her şeyden daha iyi anlatır.
Eylem olarak bakıldığında, THKP-C, THKO’dan daha
büyük eylemler yapmış değildi. Ankara’da ABD’li askerler kaçırıldığında kamuoyu
günlerce THKO adıyla yatıp kalkmıştı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için
düşünülen “kahraman insanlardı” saptamasının ötesine geçmiyordu. Mahir Çayan
ise başkaydı. O, silahlı mücadelenin teorik temelini ortaya koymuştu.
THKO’nun da “Türkiye Devriminin Yolu” adlı
broşürü vardı ama düzeyi hiç iyi değildi. Herkes kendisini THKP-C’ye göre ve
öncelikle onu eleştirerek tanımlıyordu. Bunlara karşı cevap veren de yoktu.
Sorun aslında cevap vermekten ziyade verebilecek
düzeyde olmaktı. Birtakım ucuz saptamalarla ya da demagojilerle cevaplar
veriliyordu ama bunların ciddiyeti olduğu söylenemezdi.
Bu sırada Ankara’daki Siyasal Bilgiler Fakültesi
yurdunda daha sonra Devrimci Yol ve Kurtuluş adını alacak gruplar arasındaki
ilk kavgalar da başlamıştı. O yıllarda kimsenin aklına toplumsal olayların
büyük bir hızla gelişeceği ve altı yıl sonra ülkenin iç savaşın eşiğine
geleceği gelmiyordu.
Teorik ihtiyaç açık olarak ortadaydı: THKP-C’nin
kalesi boştu ve topun başına geçen de boş kaleye gol atıyordu. Bu sıkıntı
Yüksel ve İlker ile birlikte yaptığımız toplantılarda sık sık konu oluyordu.
Aynı sıkıntı Necati’yi de rahatsız ediyordu.
Kesintisiz Devrim I-II-III’ü daha önce bulmuş ve
teksirle basıp çoğaltmıştık. Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi yazısı için de
aynısını yapmıştık, ama Mahir’in görüşleri eleştiriler karşısında biraz kısa
kalıyordu. Kesintisiz Devrim II-III’de çok konu kısa anlatılmıştı.
Oğuzhan (Müftüoğlu) çevresine bu yazının Maltepe
Askeri Cezaevi’nden kaçıldıktan sonra –önceden alınmış notlardan
yararlanılarak- acele olarak yazıldığını söylüyordu, ki doğruydu. Kesintisiz
Devrim I, 12 Mart 1971’den kısa süre önce Kurtuluş Gazetesi’ne gelmiş ve
bastırılmış, ancak polis matbaada el koymuştu.
Fazla zaman geçmeden de Hüseyin Cevahir
öldürülecek ve Mahir Çayan da yakalanacaktı.
Konuşmalarımızda hepimiz ne kadar cahil
olduğumuzu fark ettik.
Emperyalizm teorisinden başlayarak
Kesintisizler’deki görüşlerin genişletilmesi gerekiyordu, ama Nikitin’in
Ekonomi Politik kitabından başka ne biliyorduk ki!
O sırada TKP’nin Konuk Yayınları faaliyete
geçmiş ve ard arda kitaplar çıkarmaya başlamıştı. Bunlar arasında SBKP Bilimler
Akademisi’nin kitapları da vardı. Mahir Çayan’ın emperyalizm tahlili ve bunalım
dönemlerini bu kaynaktan aldığını biliyorduk.
Sosyal-emperyalizm savunucuları da, bu nedenle,
Mahir’i “revizyonist” olarak suçluyorlardı. Teorik çalışma şu dönemde esas
işimiz olmalıydı.
İlker diyalektik ve suni denge konusunda
yoğunlaşmak istiyordu. Ben ise emperyalizm tahliliyle başlayacaktım ve buradan
hareketle öncü savaşı teorisinin geliştirilmesine yönelecektim.
Yüksel teorik herhangi bir çalışmayı üstlenmedi.
Toplantılarımızda sık sık devrimci sanatın öneminden ve kitlelerin
örgütlenmesindeki işlevinden söz ederdi ve İlker ile ben de hiçbir şey
anlamadan bakardık. Erken ölmeseydi, zamanı olabilseydi, mutlaka bu konuda
yoğunlaşacaktı.
Örgütlenme çalışması da bir yandan sürüyordu. Sadece
Ankara’da değil diğer kentlerde de epeyce ilişkimiz vardı. Vardı da, biz
kimdik, insanlara ne söyleyecektik?
Bu konuda açıklığa kavuşmadan ilerlemek mümkün
değildi. Örgütlenme er geç tıkanacaktı. O yaz İlker Balıkesir’e, Yüksel de
Tekirdağ’a gitti (Şarköy’lü idi). Evde de herkes tatile gitmişti.
Emperyalizm konusuyla ilgili bulabildiğim ne
kadar Türkçe ve İngilizce kitap varsa eve yığdım. Unutmamak gerekir, her
gün Milliyet alıyordum. Bu gazetede Mahir’in görüşlerine büyük önem verdiği Ali
Gevgilili yazıyordu. Bu yazarı, “işbirlikçi tekelci sanayi burjuvazisinin
teorisyeni” olarak görüyordu.
Okur, Mahir dememi yadırgıyor olabilir. Mahir’i
tanıdığım için böyle diyorum. TDAS’ın ilk baskısında da kısaca Mahir Çayan
olarak geçerdi. Sonraki baskılarda adın ardına bir de yoldaş eklenmiş. Karşı
değilim ama ben böyle hitabı tercih ediyorum.
Okuduğum kitaplar üzerine bir çeşit kendi
kendisiyle konuşur gibi karşısındakiyle tartışmak huyum vardır. Bunu daha önce,
ortaokuldan arkadaşım Raşit ile yapardım ve ona uzun uzun Nietzsche’yi
anlatırdım. Emperyalizm konusunda da o sırada Ankara’da olan Necati’ye bol bol
nutuk atıyordum.
Sonbahar geldi, buluştuk ve o meşum soru yeniden
karşımıza çıktı: biz ne yapacağız?
Edindiğimiz bütün bilgiler, cezaevinden çıkmasını
beklediğimiz kişilerin THKP-C’yi savunmadıklarını gösteriyordu. Bu konuda en
tereddütlü olan Yüksel’di. “Bu kadar olmaz!..” diye düşünüyordu. Nasuh’u
(Mitap) tanıyordu ve insanların bu kadar değişemeyeceklerini söylüyordu.
Herkes örgütleniyordu. Ankara’da bu örgütlenmeyi
açık olarak görmek mümkündü. Sonraki adlarıyla Devrimci Yol - Kurtuluş
ayrışması başlamıştı. TSİP örgütleniyordu, TKP örgütleniyordu, Aydınlıkçılar
örgütleniyordu ve başkaları da örgütleniyordu. İyi de biz ne yapacaktık?
Yüksel, “Sen bu adamları tanıyorsun, git görüş
bunlarla!..” dedi.
Görüşeyim de, kiminle? Herkesi bağlayan
birisiyle olması gerekti.
Sonuçta 12 Mart öncesinden tanıdığım Oğuzhan
(Müftüoğlu) ile görüşme kararı aldık. 1974’ün sonlarına doğruydu. Bu arada
Türkiye Devriminin Acil Sorunları adını koyduğum broşürün ilk bölümünü yazıp
bitirmiştim.
Oğuzhan’ı bulmak biraz zaman aldı. Ankara’da
değildi. Sonunda Kavaklıdere’deki bir evde birkaç saat görüştük. Bu görüşme
önceki bilgilerimizi tümüyle doğruladı. Edindiğimiz bilgilerin ve tanıdığım
başka insanlardan duyduklarımın, yanlış veya uydurma olmadığı doğrulandı.
İçinde bulunduğumuz dönemde silahlı propagandayı
düşünmüyorlar, dahası böyle bir yönelimi de yanlış buluyorlardı. Önce uzun bir
asgari örgütlenme dönemi öneriliyordu. Bizim örgütlendiğimizi biliyorlardı ve
ilişkilerimizi onlara devredersek daha iyi olacaktı.
Bu isteği duymazlıktan geldim.
Şöyle de denilebilirdi: Daha sonra Devrimci Yol
adını alacak olan çevre, 1965-1971 döneminin bu kez daha iyi bir tekrarını
düşünüyordu. Geniş kitle ilişkileri kurulacaktı ve silahlı propaganda ile öncü
savaşına da bundan sonra başlanacaktı.
Oysa ki, önceki dönemle yaşadığımız dönemin
önemli bir farkı vardı: 1965-1971 döneminde silahlı propaganda görüşüne teorik
olarak ulaşılmıştı. Daha önce böyle bir görüş yoktu, şimdi ise vardı. Üstelik
biz hemen şimdi silahlı propagandaya başlanması gerektiğini de savunmuyorduk. O
zamanki meşhur deyimle “asgari bir örgütlenme” gerekliydi. Sorun, bu asgari
örgütlenmeden ne anlaşıldığıydı?
Onlar oldukça geniş bir örgütlenme anlıyorlardı.
Bu bilgileri İlker’e ve Yüksel’e aktardım. Şu
konuda aynı görüşteydik: Bu insanlar THKP-C’yi savunmuyorlardı. Basit bir
soruyla bile bunu görebilmek mümkündü. Eğer silahlı propaganda olmadan geniş
kitle örgütlenmesi yapılabiliyorsa, silahlı propagandaya ne gerek vardır?
Mahir, o döneme göre geniş sayılabilecek kitle
ilişkilerine güvenerek silahlı propagandaya yönelmemişti. Silahlı propaganda,
1965-1971’de yaşanılan sadece pratik değil, aynı zamanda teorik evrimin de
sonucuydu. Aynı evrimi yeniden yaşamak gerekmiyordu.
Bunları konuşup sonunda örgüt olmaya karar
verdiğimiz toplantının sonunda ortalığa sessizlik çöktüğünü hatırlıyorum.
Hepimizin üzerine ağırlık çökmüştü. Örgüt olmayı hiç düşünmemiştik, kolay bir
iş de değildi, ama gidilecek başka bir yol da yoktu. Örgüt olmayacaksak,
sonraki adıyla Devrimci Yol’dan olacaktık ve inanmadığımız görüşler için
mücadele edecektik.
Kendimize isim saptamadık. Hepimizin kafasında
doğrudan THKP-C adını almak vardı, ama bunun için erkendi. Dışımızdaki insanlar
biraz daha şekillenmeliydi. Bu ismi erken kullanırsak tepki de doğurabilirdi.
İsimsiz de sayılmazdık. Adımız “X Grubu”na
çıkmıştı zaten…
Örgütlenmeye devam ve görüşlerimizi ifade edecek
yazılar konusunda da acele etmemiz gerekiyordu. Biraz da kendiliğinden iyi bir
işbölümü oluştu: İlker, suni denge, diyalektik ve MHP’nin yeni işlevi üzerine
yoğunlaşıyordu. Emperyalizm teorisi ve öncü savaşının dünya deneylerini içeren
Türkiye Devriminin Acil Sorunları ise daha geneldi, güncel ve yerel
gelişmelerle bire bir ilgili değildi. Böylece hem genel teori hem de güncel
gelişmelerle ilgili olarak görüşlerimiz şekillenmiş olacaktı.
Bundan
sonraki yazı örgütsel gelişmenin ilk dönemiyle ilgili olacak ve 1975 yılının
kalanını kapsayacak…