Engin Erkiner
İstanbul’da yaşadığım süre boyunca her akşam
Taksim’de ertesi günün gazetesini alırdım. 22 Ocak günü akşamı da böyle yaptım.
Hangi gazete olduğunu hatırlamıyorum, muhtemelen Hürriyet idi. Trabzon’daki
patlamada Yüksel Eriş’in öldüğü ve birkaç kişinin yaralandığı yazılıydı.
26 Ocak civarındaki birkaç gün içinde çok sayıda
kent ve kasabada gerçekleştirilecek bombalama eylemleriyle harekete geçmek kararı
almıştık. Yüksel de bu amaçla Karadeniz bölgesine gitmişti ve tıpkı bir yıl
önceki Beylerderesi gibi hiç ama hiç akla gelmeyen gerçekleşmişti.
O anda ne düşündüğümü hatırlamıyorum. İçime
büyük bir yalnızlık duygusunun çöktüğünü hatırlıyorum. Üç kişi birlikte bir
örgüt kurmuştuk ve aradan daha üç yıl bile geçmeden benden başkası hayatta
kalmamıştı.
Taksim Meydanı’na bakan parkta Belma ile
buluşacaktım. Kısaca Yüksel’in öldüğünü söyledim. Hiç tepki göstermedi. Bunun
üzerine hatırladım ve bildiği ismi söyledim. Süreyya öldü, dedim.
Yüksel’i beni tanımadan daha önce tanımıştı.
Ağladığını hatırlıyorum. Daha sonra ne konuştuk, hatırlamıyorum.
Ayrıldıktan sonra, parktan çıkıp Harbiye
tarafına doğru yürürken 1975 yazında yaptığım kısa süreli askerlikte aynı
bölükte olduğum bir arkadaşla karşılaştım. “Ne yapıyorsun” filan gibi klasik
bir söz söyledi. Hiçbir şey söylemeden uzaklaştım. Kimseyle hiçbir şey konuşmak
istemiyordum.
Kısa süre sonra Rıza Ankara’da yaralı olarak
yakalandı.
Sorumlu olarak tek başıma
kalmıştım. Politik çıkış kararı alınmıştı ve bunun sürdürülmesi
gerekiyordu. Sonraki günlerde aklıma sürekli olarak örgüt kurma kararını
aldığımız günler geldi.
1974 yılının ortalarında hapisten çıkan eski
THKP-C’lilerin çok değiştiklerini ve eski görüşlerini savunmadıklarını
anladığımızda, işin başa düştüğünü de anlamıştık…
Sen demiştin, “Önceden tanıyorsun, git şu Nasuh
ile konuş!..” diye.
Kaç kişiyle konuştuk, ama bizzat bu kişilerden
duyduklarımızla, önceden bildiklerimiz arasında herhangi bir fark ortaya
çıkmadı. Bu insanlar artık bambaşka görüşleri savunuyorlardı. Örgüt
kurmaktan başka çaremiz kalmamıştı ve o anı hatırlıyorum, hepimizin üzerine
ağırlık çökmüştü: Senin, İlker’in ve benim!..
O zaman hiç birimiz İlker’in bir buçuk, senin
iki buçuk yıllık ömrün kaldığını bilemezdik. Sen örgütün adının bütün ülkede
duyulduğunu göremedin, İlker hiç göremedi.
İlkar Akman ve Yüksel Eriş adı bu örgütün
kurucuları arasında yerini aldı. İsimler solun tarih kitaplarına geçti.
Bir de yazılı bir şeyler bıraksaydın. Hiç
birimizin anlamadığı “devrimci mücadele ve sanat” konusunda bir şeyler
yazsaydın. Sadece bana ve İlker’e anlattıklarını yazsan bile yeterli olurdu. Ne
yapalım, olmadı!
Kısa bir dönemdi, hepsi altı yıl. 1974-1980
arası… Çok sayıda devrimci basit nedenlerle hayatını kaybetti. Yapılmayacak
hatalar ve tabii biraz da şanssızlık… Hatayı herkes yaptı, herkes yapar. Bazen
öldürücü hata da yapar. Ama öldürücü hatanın mutlaka ölümle sonuçlanması
gerekmez…
Ben de öyle feci bir hata yapmıştım, ama bereket
versin ki, ters yönden. Saatliyi hazırlarken akrep yerine yelkovanı çıkarmışım,
dikkat etmemişim. Yani 45 dakikaya değil de 9 saate kurulmuş.
Tersi de olabilirdi. Dokuz saate kuruyorum diye
45 dakikaya da kurabilirdim. Diyelim bir aksilik çıktı, birkaç tur atmak
zorunda kaldım. Nasılsa zaman var diye gayet rahatım, oysa ki zaman yok, ama
ben bilmiyorum ve ardından havaya uçuyorum.
“Böyle de ölünmez ki!..” diyebilirsin, ama
benzer olaylarda o kadar çok devrimci hayatını kaybetti ki…
Birkaç örnek anlatayım:
İstanbul’da bir ABD kuruluşunu ateşe vermek için
kapının önüne benzin döken devrimci yanarak ağır yaralanmıştı. Nasıl oluyor
biliyor musun?
Benzinin buharlaştığını bilmiyor ve iyice
uzaklaşmadan kibriti çakıyor. Havadaki benzin buharı ateş alıyor, yerdekiyle
birleşiyor ve devrimci yanarak ağır yaralanıyor…
Bir başka olay ayrı bir rezalet…
Galiba yine İstanbul’daydı. Bir devrimci evde
patlayıcı hazırlıyor. Elinde saf sülfirik asit var ve bunu sulandırması
gerekiyor. Ne yapıyor, asitin üzerine su döküyor, patlama oluyor, ellerinde ve
yüzünde ciddi yanıklar oluşuyor.
Asiti sulandırmak istiyorsan hiçbir zaman
üzerine su dökülmeyeceğini bilmiyor. Tersine suyun içine asit konulur, o da
kabın kenarından yavaş yavaş akıtılarak. Büyük bir ısı ortaya çıkar, bu nedenle
yavaş yapılması gerekir.
Kötü olan nedir, biliyor musun?
İnsanlar tehlikenin farkında değiller.
Tehlikenin farkında olursun ve bunu göze
alırsın. Bu başka bir şeydir.
Burada büyük tehlike olduğunun, ne kadar
tehlikeli bir iş yaptıklarının farkında değiller. Hele senin yaptığını aklım
almıyor: İçinde fünye bulunan dinamitleri sıkıştırmak!..
İzin ver de söveyim gördüğün sözüm ona askeri
eğitime…
Ölüm olur. Hele de bizim mücadele anlayışımızda
çok kişi için ölüm neredeyse kaçınılmazdır.
O yıllarda elli yaşıma kadar yaşayabileceğimi
hiç düşünmüyordum. Ama böyle de ölüm olmaz, insanın fena halde canı sıkılıyor. Kısa
bir dönem, hepsi altı sene ve basit nedenlerle o kadar çok insan öldü ki…
İlker aramızdan ayrılalı 35, sen ayrılalı 34
sene oldu. İkiniz de bu ülkenin devrim tarihinde adı bilinen bir örgütün
kurucuları arasında yerinizi aldınız.
İlker’i benden başka tanıyan olmadığı için o
rahat sayılır. Seni tanıyanlar olduğu için kullanmaya çalışanlar da var tabii. Meraklanma,
bunların hakkından gelmek hiç zor değil…
Şimdi ne diyeceğini biliyorum: “Sen eskiden
daha yumuşak bir insandın” diyeceksin. O eskidendi…
Gördüm ki, bazı insanlar silleyi yemeden
anlamıyorlar.
İstedikleri o olsun, istemedikleri kadar sille yiyeceklerdir.
Eskiden üçümüzün de fark etmediği ya da gençlik
ve tecrübesizlik nedeniyle anlamadığı bir özelliğimiz vardı. Ben bunun değerini
yıllar sonra anlayabildim: Biz üçümüz iyi bir ekiptik. İyi işler iyi ekiplerle
yapılır.
Biz de iyi bir iş yapmıştık ve keşke bunu hep
birlikte sürdürebilseydik…