YÜKSEL ERİŞ

Bu blogun, Yüksel Eriş facebook sayfası ile hiçbir ilgisi ilintisi yoktur. O sayfa, bu bloga karşı kurulmuştur.

40 Yıl Sonra Yüksel Eriş  kitabını görmek için buraya tıklayın!..

Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa

Yüksel Eriş

Yüksel Eriş
Yüksel Eriş

Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünülürken; acı da olsa, hakikati görmekten bir an geri kalmamak lâzımdır. Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur. Atatürk


İçindekileri görmek için,
kapak resimlerine tıklayın!..





İçindekileri görmek için,

kapak resimlerine tıklayın!..



Blog Arşivi

BLOG YAZILARI


Cahit Çelik

Şimdi biz ne yapmış olduk?..
Hamsi balığı oltaya gelmez!..
Elmanın iyisi kurtlu olur!..
İşte geldi ayrılığın günleri!..
Nokta, nokta, nokta!..
Yüksel Eriş ve Ahmet Nergiz


Engin Erkiner

Yüksel Eriş - Tanışma
Yüksel Eriş - Örgüt Kuruluşu
Yüksel Eriş - 1975 Yılı
Yüksel Eriş - Ölüme Doğru
Yüksel Eriş - Ölüm günü!..
Yüksel Eriş'i Kullanmak (1)
Yüksel Eriş'i Kullanmak (2)
Yüksel Eriş'i sevenler!..
Yüksel Eriş blogu bir yaşında!..
Yüksel Eriş Mehdi miydi?
Arabulucu olarak Yüksel Eriş
1974, Kıbrıs ve Yüksel Eriş
Mihrac Ural, Yüksel Eriş ve bir olay
Yüksel Eriş blogu iki yaşında!..
Yüksel Eriş - Yeni Bilgiler
Yüksel Eriş ve aramızdaki gerginlikler
Kendine daha iyi bir geçmiş aramak
Bir Yılın Ardından
Nafile Bir Ölüm
Yüksel Eriş kaç yaşında?..
38 yıl sonra Yüksel Eriş
Sinekten yağ çıkarmak
Yüksel Eriş'i kötülemek!..
Altı yıl sonra Yüksel Eriş
Yüksel Eriş'e mektup
Veda Zamanı
Kadınlar
Sonsöz




İçeriğini görmek veya indirmek için tıklayın!..


BİLGİ BİRİKİMİ

Engin Erkiner

Acilciler'de 1976 Yılı (1)
Acilciler'de 1976 Yılı (2)
Acilciler'de 1976 Yılı (3)

Acilciler'in öteki yüzü (1)
Acilciler'in öteki yüzü (2)

Teorik Geleneğimiz (1)
Teorik Geleneğimiz (2)
Teorik Geleneğimiz (3)
Teorik Geleneğimiz (4)

Rus Devrimi'nden Çıkan Dersler
Türkiye Devrimi'nin Acil Sorunları

İlker Akman Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz



Bilgi Veren

Sadık Varer - Lazlar ve Siyaset


Sadık Varer - Erkan Eskiçırak


Engin Erkiner - Bir rezile, Mihrac Ural'a cevap...


Engin Erkiner - Yüksel Eriş, Öcalan ile görüşmüş müydü?


Engin Erkiner - Beni sarsan ölümler


Engin Erkiner - Sakla samanı, gelir zamanı!..


Engin Erkiner - Nebil Rahuma'yı Sermayeleştirmek


Engin Erkiner - Türkiye'de Sol Örgütler


Engin Erkiner - Mihrac Ural Küba'da...


Engin Erkiner - Yüksel Eriş blogu




Görüş Belirten

"Şahsen tanıma imkanı bulduğum Yüksel Eriş yoldaşın candan, son derece insani yoldaşlığını asla unutmayacağım. 12 Mart´tan sonra, birlikte uzun bir süre aynı odada, uzun ve son derece candan, samimi tartışmalarımız oldu. Son derece enternasyonalist bir özü onda da bulduğumu belirteyim. Bu yoldaşa karşı, bu bir görevdir. Bunu belirtmek görevdir. Ve bu yoldaşlar, çıkışımızın temel cesaret kaynaklarıdır. Onlardan aldığımız cesaret, son derece yüreklendiriciydi. Ulusal sorunda da öyleydi, faşizme karşı soylu çıkışta da öyleydi."


Abdullah Öcalan, THKP-C (Acilciler) 1. Kongresi açılış konuşması - 1986


-- Apo'nun yalanı yok, yanlışı var. Ayrıntılı bilgi için, Açıklama - 009 ve Açıklama - 010 'a bakınız.



Yalan Üreten

Yalan 001 - Mehmet Yavuz :
Yüksel Eriş parçalanarak ölmüş!..

Yalan 002 - Mihrac Ural :
TDAS-1'i Yüksel Eriş yazdı!..

Yalan 003 - Mihrac Ural :
Yüksel Eriş'in "Hatay Kurtuluş Ordusu"

Yalan 004 - Mihrac Ural :
"Yüksel Eriş hoca elinde bomba patlayarak şehit oldu (24 Ocak 1977)." [5. Kare]

Yalan 005 - Ali Fuat Çiler :
1978'den itibaren 10 yıl hapis yattım!..


Açıklama - 01

Hüseyin benim bilgim dahilinde Hatay'a gitti ve orada Mihriban ile görüştü. Siyasetçi olmadığı için, kurulmuş tuzağa düştü. Çekilen fotoğrafları helâ duvarına astılar. "Yüksel Eriş'ten Hüseyin Eriş'e..." köprü kurmak için cazgırlık yaptılar. Çakalları da oyuna kattılar.


Açıklama - 02

Hüseyin Eriş Hatay'a Yüksel Eriş'i Mihrac Ural'a satmak için gitmedi. Boyama Kitabı 1-2-3-4 'ü satmak için gitti. Satabilseydi, kazanç miktarı ne olursa olsun yarı yarıya bölüşecektik. Hüseyin orada dik durmasaydı, Mihrac fırsatı değerlendirmez miydi?

Açıklama - 03

Yüksel Eriş, hain hırsız arsız yüzsüz katil casus pislik değildi. Ama hainler hırsızlar arsızlar yüzsüzler katiller casuslar pislikler Yüksel'e "yoldaş" dedi. Ben de bildiklerimi yazdım. "Yüksel öldü mü, öldürüldü mü?.." diye sordum. Cevap veremiyorlar. "Üç maymun oyunu" oynuyorlar!..


Açıklama - 04

13 Ağustos 2010 Cuma günü öğle üzeri bir bayan beni telefonla aradı. Ali Fuat'ın eşi olduğunu ve eşinin 1976'dan 1982'ye kadar hapiste yattığını, Ali Fuat'ı başka biriyle karıştırdığımı söyledi. Saat 23.00'da, Ali Fuat Çiler beni telefonla aradı, 1978'den itibaren 10 yıl hapiste yattığını söyledi, yazıyı blogdan çıkarmamı ve yerine özür dileyen bir açıklama yapmamı istedi. İkisine de, isteklerini yazılı olarak yapmalarını söyledim, kabul etmediler!..


Açıklama - 05

Ali Fuat'ın 1976'dan 1982'ye kadar altı yıl hapis yattığı hayal ürünüdür. 1978'den itibaren on yıl, palavradır. Ağustos 1977'de Engin Erkiner ve diğerleri yakalandığında, Ali Fuat Çiler hangi hapisanede yatıyordu? Bir yıl sonra, Isparta'dan Amasya Cezaevi'ne sürgün edilen İbrahim Yalçın'ı Ali Fuat Çiler 1978'de hangi Cezaevi'nden çıktı geldi ziyaret etti? İfadesiz iddiasız yargılama olmaz. İnsan yaptığı anlatımdan utanmaz. Ali Fuat'ın da polis ifadesi var mı?..


Açıklama - 06

14 Ağustos 2010 Cumartesi günü saat 13.00'da Ali Fuat Çiler beni bir daha telefonla aradı. Ne kadar iyi devrimci olduğunu anlattı. Yaptığım açıklamayı yeterli bulmamış ve "hayal ürünü" deyişime çok kızmış. 250.000.- dolarlık tazminat davası açacakmış. Ayrıca benimle başka türlü de hesaplaşacakmış. Korktum!..


Açıklama - 07

Ali Fuat ayvayı yedi. Uyuz keçi gibi kaşınıyor. Türkiye'de devrim yaptı. Hatay'ı kurtardı. Pis işlerle hiç ilgisi ilintisi yok. Şimdi ticaret yapacak. Suriye'den hıyar alacak. Suriye'ye salatalık satacak. Tacettin Sarı 'nın kardeşi Mehmet Sarı ile ortaklık yapacak. Suriye istihbarat örgütü İstanbul'da büro açmış olacak. Türk polisi de bunu gözden kaçıracak. İşte ben buna akıl derim. Mihrac 'da azcık akıl olsaydı, Ali Fuat'ı üzerime salmazdı.


Açıklama - 08

Yüksel'in ölümü hakkında sadece bana anlatılanları biliyorum. Bomba Yener'in elinde, Yüksel ise içinde fünye olan lokumları telle sıkıştırarak sarıyor. Patlama o sırada oluyor. Almanya'da ilk görüştüğümüzde Yener bana, “Patlama olacağını hissettim, yüzümü çevirdim!..” demişti. Daha önce kendisini tanımazdım. Trabzon'da neden Yüksel öldü Yener ölmedi diye sorarsan, bende açıklaması yok. Yüksel basınçtan ölmüş olmalı ama o basınç Yener için de var. Bir de bildiğim kadarıyla odada başkaları var, onlar da yaralanmış. Yüksel'in yaralı olarak hastaneye kaldırıldığını ve orada öldüğünü daha sonra duydum. Trabzon'da hiç tanıdığım olmadığı için soruşturma imkânı da bulamadım. Engin Erkiner


Açıklama - 09

Apo'nun Yüksel Eriş ile ilgili olarak söylediği sözlerin varlığını yirmi yıl sonra öğrendim. "12 Mart'tan sonra, birlikte uzun bir süre aynı odada, uzun ve son derece candan, tartışmalarımız oldu." cümlesinin altını çizdim. Yüksel'le beni niçin karıştırdığının üzerinde durmadım. Yüksel'in Apo'yla görüşmediğini Engin Erkiner açıkladı. O yüzden, bildiklerimi ayrıntılı biçimde yazmak gerektiğine inandım. Yüksel'le ilgili bir yazı daha yazacağım. Yüksel'in yalana yanlışa ihtiyacı olmadığını kanıtlayacağım. Açıklamak isterim, Apo'nun Yüksel Eriş diye hatırladığı kişi, benim. Söz konusu tartışmanın özünü özetini, "Şimdi biz ne yapmış olduk?" başlıklı yazının bir yerinde yazdım. Apo'nun bende "son derece enternasyonalist bir öz" gördüğü doğrudur. O tartışmada ben de Apo'da "nasyonalist öz" görmüştüm, bunun da doğru olduğu ortaya çıktı. Ayrıca belirtmenin yararı var, Apo benimle değil de Yüksel'le görüşmüş olsaydı, tartışma yarım saatte biterdi, ama diğer şeyler değişmezdi.


Açıklama - 10

Apo benimle görüştüğü halde, Yüksel'le görüştüğünü açıklamış. "Şimdi biz ne yapmış olduk?.."da anlatım dışı bıraktığım bazı ayrıntıları, "Hamsi balığı akıllıdır, oltaya gelmez!.." başlıklı yazıda anlattım. Apo'nun on yıl önce ve sadece bir defa görüştüğü kişinin adını tam olarak hatırlamak için, Mihrac'dan bilgi istemesi doğrudur. Doğru olmayan, Mihrac'ın Apo'ya yanlış bilgi vermesidir. Yüksel'in gölgesine sığınmış olmasıdır.


Açıklama - 11

Yüksel Eriş blog aslında bu biçimde olmayacaktı. Mihrac Ural'ın kardeşi Mihriban "tanışma" isteğini belirtince ve Hatay'a "masrafı bizden" davetleri gelince tehlikeyi gördüm. Yüksel'in gölgesi Mihrac Ural'a yetmiyordu. İşte o yüzden, format değiştirdim. Hüseyin'e siyaset yasağını Yüksel koymuştu. Yüksel'den sonra yasağı ben devam ettirdim. Hüseyin de sözümden çıkmadı. Hatay'da benim Boyama Kitabı 1-2-3-4 satılırsa parasını yarı yarıya bölüşecektik. Ama onlar kitap satışı yapmadılar. Yüksel'i ne kadar çok sevdiklerini anlatma yarışına girdiler. Yüksel burada kebap yemişti sen de ye, Yüksel burada gazoz içmişti sen de iç, Yüksel "100 yaşına dayanmış dev çınar"ı görmüştü sen de gör, dediler. Hüseyin'in gölgesine sığındılar. Hüseyin onlara Yüksel'in ölümü ile ilgili sorular sordu, "Biz bilmeyiz, Yener bilir!.." dediler. Jeton düştü. Yüksel'in gölgesine sığınmış hain hırsız katil casus pislikleri delikten aşağı süpürmek için kolları sıvadım. Yüksel'in - son beş saati hariç - yaşamının tamamı biliniyor. Yüksel'i bilenler bildiklerini yazmaya başladı. 2010 bitmeden, Yüksel'in kişiliği ve yaşam öyküsü yazılmış olacak.



Açıklama - 12

Açıklama - 005'e Belge 1:


** 1976 yılı Kasım ayında akşam saat 20.00 civarlarında polis Mihrac'ı kovalamaktadır. Belinde Beretta marka çıplak namlu bir silah ve kucağında she marka makinalı olmasına rağmen, Nebil'in deyimi ile arkasına bakmadan kaçarken belindeki Berattayı düşürür. Mihrac kaçar.


Polis haber gönderir, silahın sahibi gelsin teslim olsun der. Mihrac F....'ı mırın kırın etmesine rağmen ikna eder. F.... gider teslim olur ve bir ay Mırro'nun yerine tarihi Antakya hapishanesinde yatar. F.... sadık ve disiplinli bir yoldaştır. F... çıktıktan sonra havasından geçilmez. Ne de olsa artık cezaevi görmüş birisidir. Bu tavırları yüzünden o günlerde alay konusu olur.


F.... yıllar sonra Cahit'e telefonda 1976'dan beri cezaevinde yatıyorum der.... !!!! Ancak Cahit, F....'nin neden yattığından habersizdir.


Erkan Ulaşan - Cahit'ten Masallar



( Bu açıklamayı anlayabilmek için, Şimdi biz ne yapmış olduk?.. ve Hamsi balığı akıllıdır, oltaya gelmez!.. başlıklı yazı ile birlikte, Açıklama - 004, 005, 006 ve 007'yi okumak gerekir. Cahit Çelik )



Açıklama - 13

Açıklama - 005'e Belge 2:


"1978 yılının ekim ya da kasım ayı olmalı, Ziyaret mahalline gitmem anons edildi. Benim Amasya’da olduğumu kimse bilmiyordu, merakla ziyaret kabinine gittim. O gün, ilk defa gördüğüm Ali FUAT ÇiLER’le karşılaştım. Samsun civarında bir işi olduğunu ve buralara kadar gelmişken beni de görmek istediğini, ihtiyacım olup olmadığı sordu. Kısa bir süre görüştükten sonra gitti.


Ali Fuat ÇİLER, 1978 yılı Şubat ayında İstanbul’da yakalanmıştı. Nasıl ve ne zaman tahliye olduğunu sormadım. Son dönemlerde, kimi yerlerde Ali FUAT’ın ağzından 1976 yılından itibaren on sene hapis yattığına ilişkin yazılar okuyorum. 1978 yılı son aylarında Amasya’da beni ziyaret eden Ali FUAT ÇİLER olduğuna göre, bu yazılanlar da neyin nesi, anlamış değilim.."


İbrahim Yalçın (Cezaevi Günlüğü 8)



Açıklama - 14

Ne kadar kırılmış incinmiş olursam olayım, Yüksel Eriş blogunda Yüksel Eriş'in kardeşi Hüseyin'i kırıcı incitici yazı yazmayacağım. Hüseyin bana Yüksel'den emanettir. Emanet yanlış yaparsa, kabahatin çoğunun bende olması gerekir. Cahit Çelik



Açıklama - 15

"İstanbul sorumlusu ve Samandağ Ziraat Bankası soygunu faili diye yakalanan Ali Fuat’ın, yakalandıktan kısa süre sonra Amasya’ya cezaevine benim ziyaretime geldiğini anlattım.


Bir kere daha yazıyorum ve Ali Fuat’tan cevap bekliyorum. Ali Fuat, sen, Şubat 1978’de yakalandığın zaman ne kadar yattın? Ne zaman tahliye oldun? Sen yakalandığında, ben Ali ve Engin ile birlikte Isparta Cezaevinde idim. Mayıs gibi Mihrac da bu cezaevine geldi. Ağustos 1978’de isyan çıktı. Ben cezaevi temsilcisi olduğum için isyanın hemen başında alınarak Amasya Cezaevi’ne sürüldüm.


Kısa süre sonra da sen benim ziyaretime geldin. Yakalanmanla benim ziyaretime gelmen arasında sadece 6-7 ay kadar zaman var. Amasya cezaevine benim yanıma geldin mi gelmedin mi? Açık açık söyle. Senin o tarihte içerde olman gerekiyordu. Amasya’ya benim ziyaretime nasıl geldin? Evelemeden gevelemeden açık açık cevap ver. Kimsin sen? Ne kadar yattın. Kaç kere hapse düştün ve ne kadar yattın. Hapishaneye giriş çıkış tarihlerini yaz bakalım. Amasya’da beni ziyarete geldin mi? Gelmedin mi?"


İbrahim Yalçın : Ali Fuat Çiler cevap ver!..


Açıklama - 16

Yüksel Erişin ölümünden 33 yıl sonra Hatay'a giden Hüseyin Eriş gezi dönüşünde "HATAY GEZİM VE İZLENİMLERİM" başlıklı bir yazı yazmış. Bu yazıda, "Yıllar önce ağabeyim Yüksel ERİŞ ile çok nadir görüşüp konuşmalarımda bana Hatay ın Kültüründen ve insanlarından bahsederdi ve ola ki bir gün gidersen orada çok sevdiğim bir ailemin daha olduğunu bil ve onları mutlaka ziyaret et demesiyle bunu kendime vasiyet kabul ederek Hataya gitmeye karar verdim. Hataya gidişimde hiçbir art niyetim ve bir yerlere görüntü vermek gibi bir niyetim asla yoktu ben bir VASİYETİ yerine getirdim ve vicdani olarak rahatladım Biliyorum burada sadece ismini duyduğum Mihraç URAL ağabeyime bir bağlantı yapacaklardır ama ben kendisini asla tanımadım bu bir eksiklik keşke tanısaydım çok mutlu olurdum" demiş. Bilmeyenler bilsin: Yüksel Eriş illegal örgüt adına 1976 yazında Hatay'a gitmiş ve Mihrac Ural ile görüşmüş. Görüşürken, gerçek adını söylememiş, "Benim adım Süreyya!.." demiş. İşte bu Süreyya veya Yüksel Eriş, kardeşine "illegal ilişki kurduğum ailemi ziyaret et!.." der mi? Diyelim ki dedi, insan bu vasiyeti yerine getirmek için 33 yıl bekler mi? Hüseyin Eriş beklemiş!..


Açıklama - 17

Benim sözüm, Ali FUAT ÇİLER’edir. Amasya cezaevinde yatarken yanıma geldi. Ben bunu, taa o zamanlarda da söylüyordum ve bunu söylerken FUAT’ın cezaevinde olduğunu düşünmemiştim bile. Paris’e geldiğinde ve sohbet anında bunu kendisine de bizzat söyledim. Hiç sesini çıkarmadı, ‘’yanılıyorsun yoldaş ben seni ziyarete gelmedim, o tarihte cezaevine idim’’ demedi. Şimdilerde inkar ediyor. ‘’İbrahim yanılıyor ben ziyaretine gelmedim’’diyor. Hayır yanılmıyorum. Ali FUAT ÇİLER 1978 yılı sonbahar aylarında Amasya cezaevinde benim ziyaretime geldi. ‘’Havza ve Suluova’’ya uğradıgını ve benim burada olduğumu arkadaşlardan duyduğunu ve bu nedenle beni ziyaret ettiğini’’ söyledi. Bir şey sordu mu? Ne konuştuk? Hatırlamıyorum. 1978 tarihinde benim AMASYA cezaevinde olduğum tarihler bellidir. Bir avukat bulunur ve o tarihlerde, beni ziyaret eden kişi tespit edilebilir. Amasya’da beni bir tek kişi ziyaret etti. O da ALİ FUAT’ÇİLER’dır. İnanmayan gider öğrenir. Çok açık söylüyorum, tüm samimiyetimle söylüyorum. Ali FUAT’a karşı ne kinim ne bir düşmanlığım söz konusudur. Neden olsun ki? Kendisini tanımam, iki saat oturup sohbet etmişliğim de yoktur. Başkasını değil de Ali FUAT’ı suçlamam neden söz konusu olacak ki, Amacım kesinlikle kişilerle uğraşmak, insanları yok yere töhmet altında bırakmak değil. Böyle bir ahlak dışılığa asla ve asla tenezzül etmem. Amasya’da kaldığım 2 veya 3 aylık süre içersinde beni tek bir kişi ziyaret etti. Tüm eski yoldaşlarıma sesleniyorum. Madem ki Ali FUAT benim yanıldığımı söylüyor, ziyarete gelenin kendisi olmadığını söylüyor. O halde herkese çağrıda bulunuyorum. Beni, AMASYA cezaevinde ziyaret eden ALİ FUAT değilse kimdi? Varsa öyle bir kişi, çıksın yanıldığımı söylesin ve ‘’seni, Ali FUAT değil ben ziyaret etmiştim yanılıyorsun’’ yada ‘’yalan söylüyorsun’’ desin. Açık çağrıda bulunuyorum. Var mı? yanıldığımı söyleyebilecek bir kişi çıkabilir ve beni ziyaret eden kişinin kendisi olduğunu söyleyebilir mi? Varsa söylesin. Ben, ALİ FUAT’tan bir değil bin kez özür dileyeyim. Hayır, çıkamaz, kimse çıkamaz...


İbrahim Yalçın : Mihrac Ural içimizdeki haindi, deşifre edildi (2)

21 Ekim 2011


Açıklama - 18

« Hatay dönüşümden sonra Yüksel Eriş adına bir blog açtığını bu bloğun amacının Yükseli tanıyanların onun hakkındaki düşüncelerini yazılarını toparlamak olduğunu belirtti ve Ailesinin istemediği halinde anında kapata bileceğini ve benim olur vermediğim hiçbir yazıyı oraya koymayacağını söyledi. Bir zaman sonra bu siteyi Atatürk resmi bayrak ve kitaplarının pazarlama ilanı tahtasına dönüştürüyor. Sitenin Böyle olmaması gerektiğini blogun ilan sayfasına döndüğünü kapanması gerektiğini kendine söylediğimde istersen kapatabilirim demesini ciddiye almıştık Kapatmadığını görünce evde konuştuğum büyüklerim ve kardeşlerim sitenin kapanması konusunda ısrarcı oldular Cahit ağabeyimize ben ve kardeşim Faruk site kapansın talebimizi belirttik Tabi kapatmadı kapatmadığı gibi birde Yüksel Eriş bloğu başkalarına pazarlayıp havale etmiştir.


“ TEKRAR EDİYORUM CAHİT AĞABEY YÜKSEL ERİŞ İLE İLGİLİ TÜM BLOGLARI KAPA BU YÜKSEL ERİŞİN AİLESİNİN RİCASIDIR EĞER HALA KAPAMIYOR SATTIGIN YERLERDEN ALIP SONLANDIRMIYORSAN PAZARLAMACILIĞIN DAN DOLAYI YÜKSELİN İKİ ELİ BOĞAZINDA OLACAKTIR " »


6 Ocak 2012 Cuma - Hüseyin Eriş


Açıklama - 19

« Cahit Çelik merhaba;


(.....) Ben, Cüce diye dalga geçtiğin HÜSEYİN ERİŞ'in kızıyım. Sen nasıl bir hal aldın da benim babamla bu şekilde konuşuyorsun? Sen nasıl bir insan oldun da benim halama gidip babamı yakınıyorsun? Sana benim amcamı anlatma hakkını kim verdi? Bir daha amcama dair herhangi bir şey yazma. Ailemin (babamın, halamın, amcamın, babaannemin ve dedemin) adlarını dahi ağzına alma. Sana düşmedi benim amcamı anlatmak! O yazıları kaldırmak amaçlı ne varsa yapacağım. Bilesin! »


16 Ocak 2012 15:11 - gmal



Değerlendirme - 01

Bu blog, 20 Temmuz 2010 günü yayına girdi. Bir gün sonra, Engin Erkiner, Yüksel Eriş blogu başlığı ile duyuru yaptı. Mihrac Ural ve Rıza Salman, kendi okuyucularına blog duyurusu yapmadı. İlk bir ayda ve sadece bir yazı ile, Yüksel Eriş blogu ziyaretçi sayısı 2800'ü geçti. Demek oluyor ki, Yüksel Eriş olağanüstü ilgi görüyor ve Yüksel'in "yoldaş"ları Yüksel'i görmekten korkuyor!..

Değerlendirme - 02

Yüksel Eriş blogu sadece bir yazı ile kırk günde 3400 ziyaretçi almış. 400 ziyaretçi EnginErkiner.org üzerinden gelmiş. 3.000 ziyaretçi de bunlardan duyup gelmiş. Demek oluyor ki, Mihrac'ın ve Rıza'nın sessizliği işe yaramamış. Pir uçmuş, mürit kaçmış. Kaçanların gözü gönlü açılmış. Artık onları kimse tutamazmış. Yüksel Eriş geldi, "yalancı yoldaş"ların işi bitti!..


Değerlendirme - 03

Yüksel Eriş blogu iki aylık oldu. Tıklanma sayısı 4400'e ulaştı. 700 ziyaretçi EnginErkiner.Org üzerinden gelmiş. Demek oluyor ki, Yüksel Eriş bilinç ışığı olmuş gelmiş ve "yalancı yoldaş"larından hesap soruyor. Yener ölmediyse, ben niçin öldüm? Ben öldüysem, Yener niçin ölmedi? Her şeyi bilen çakma devrimciler, bunu bilmiyor olabilir mi?..

Değerlendirme - 04

Yüksel Eriş blogu üç aylık oldu. Tıklanma sayısı 5300'e ulaştı. 850 ziyaretçi EnginErkiner.Org üzerinden gelmiş. Sadece üç yazı ile erişilmiş olan ziyaretçi sayısı, ilgi düzeyinin yüksek olduğunu göstermektedir. Yüksel'in gölgesine sığınmış iki grupçuk var. İkisi de şimdi suskun olma taktiği takılıyor. Yüksel öldü mü, öldürüldü mü? 21'inde mi öldü, 22'sinde mi? Cevap veremiyorlar.

Değerlendirme - 05

Yüksel Eriş blogu dört aylık oldu. Tıklanma sayısı 6700'e ulaştı. 1800 ziyaretçi EnginErkiner.Org üzerinden gelmiş. Her gelen üç defa daha gelmiş. Veya başkalarını da getirmiş. Ziyaretçi sayısı, ilginin artarak devam ettiğini göstermektedir. Yüksel'in gölgesine sığınmış iki grupçuk var. İkisi de suçüstü yakalanmış gibidir. En basit soruya cevap veremiyorlar. Yüksel Eriş öldü mü, öldürüldü mü? 21'inde mi öldü, 22'sinde mi?

Değerlendirme - 06

Yüksel Eriş blogu beş aylık oldu. Tıklanma sayısı 7800'e ulaştı. 2400 ziyaretçi EnginErkiner.Org üzerinden gelmiş. Her gelen en az iki defa daha gelmiş. Veya başkalarını da getirmiş. Ziyaretçi sayısı, ilginin artarak devam ettiğini gösteriyor. Yüksel'in gölgesine sığınmış iki grupçuk en basit soruya cevap veremiyor. Yüksel Eriş öldü mü, öldürüldü mü? 21'inde mi öldü, 22'sinde mi? Rıza'nın suskunluğu devam ediyor. Mihrac Ural sorulan sorudan kaçmak için, Cahit Çelik'i "faşist" olmakla suçluyor.

Değerlendirme - 07

Yüksel Eriş blogu altı ayda 8400 ziyaretçi ağırlamış. Bu durumda, ilginin artarak devam ettiği belli oluyor. Yüksel Eriş bilinç ışığı olmuş gelmiş hesap soruyor. Mihrac'ın ve Rıza'nın sesi soluğu çıkmıyor. "ÖzgürMedya Ailesi" adını kendine yakıştıran yalancı, Yüksel Eriş'in 21 Ocak günü öldüğünü iddia ediyor. Böylece, üçüncü yalancı "yoldaş" ortaya çıkıyor. Patlama 21'inde gece yarısına doğru olmuş. Yüksel Eriş, patlamadan beş saat sonra 22'sinde ölmüş. Arada beş saat var. Bu beş saatte Yüksel yaşıyor. Ölümünden üç beş dakika önce adını söylemiş. Ailem İstanbul'da Feriköy'de yaşıyor, demiş. Yani bilinci yerindeymiş!..

Değerlendirme - 08

Suriye'deki "Acilciler" 24 Ocak 2011 günü "Yüksel Eriş hoca şehit oldu (24 Ocak 1977)." diye bir açıklama yapmış. "Yüksel yoldaş" demediği için, ölüm tarihini de 22 Ocak 1977 olarak düzeltmesini bekliyorum.

Değerlendirme - 09

Yüksel Eriş blogu yedi aylık oldu. Ziyaretçi sayısı 9700'e ulaştı. 3700 ziyaretçi EnginErkiner.Org üzerinden gelmiş. 6000 ziyaretçi bunlardan duymuş gelmiş. Ziyaretçi sayısı, ilginin artarak devam ettiğini gösteriyor. Yüksel Eriş blogunda, Cahit Çelik dört yazı yazmış, EnginErkiner.Org üzerinden 1400 ziyaretçi almış. Engin Erkiner sekiz yazı yazmış, EnginErkiner.Org üzerinden 2400 ziyaretçi almış. Demek oluyor ki, her gelen iki defa daha gelmiş veya iki kişi getirmiş.

Değerlendirme - 10

"Nokta, nokta, nokta!.." başlıklı yazı yayına girdiği anda, blog yazılarının toplam tıklanma sayısı 9.900 oldu. Yüksel Eriş'i tanımak bilmek isteyen ziyaretçilere ve Engin Erkiner 'e teşekkür ediyorum. Birlikte başardık. 27 Şubat 2011 Cahit Çelik

Değerlendirme - 11

Yüksel Eriş blogu bir yaşında!.. başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 11.700 oldu.

Değerlendirme - 12

Yüksel Eriş bloguna karşı,

Yüksel Eriş facebook sayfası!..


Yüksel eriş face sayfasını hüseyinle birlikte kurduk ben kur dedim. Çünkü kur ki Cahit soytarılık yapıyor onun önüne gecelim yükseli doğru düzgün anlatalalım dedim. Hasan Balcı (25 Ocak 2011 - 00:51 - gmail)


Hasan Balcı'nın "ağabey"i Hamza "sosyalis gençlik birliği taraftarı" imiş. Hamza'yı 20 ocak 1980'de evine kadar kovalamışlar. Hamza eve girerken kurşunu sırtından yemiş. Hasan olayı görmüş, hemen aşağıya inmiş, ama yetişememiş, "faşist katiller" kaçmış gitmiş. Sonra ne olmuş, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, Hamza'nın öldürüldüğü gün ben Selimiye'de idim ve son bir yıldır yazdığım her şeyin özünü özetini açıkça söylemiştim, devrim yapmak görevini devrimcilere bırakmıştım. O günden bu güne devrimciler devrim yapmadı. Ama bazı uyanıklar "devrimci" giysileri giyerek her türlü pisliği yaptı. Mihrac Ural açığa çıkarılmış ilk örnektir. Mihrac Ural'ın temel kadro elemanı ve Mehmet Ağar'ın DYP Mersin İl Başkanı Yardımcısı olmuş Mehmet Yavuz, polis teşkilatının beyninde arşivdeki "Gizli" dosyaları görebilmiş ilk "devrimci"dir. Hasan Balcı işte bu Mehmet Yavuz ve Mihrac Ural ile birlikte yargılanıyor.


Yüksel Eriş facebook sayfasını kurduran kişi, Mehmet Ağar'ın ülküdaşı ve Mihrac Ural'ın yoldaşı olan Mehmet Yavuz'un suç ortağıdır. Acilciler örgütüne haysiyet kazandırmak için yaptırılan boş mezarın açılış törenine katılmıştır. Törende bir konuşma yapmıştır. Tören bitiminde, Acilciler örgütüne ait belgelerle birlikte yakalanmıştır. Mihrac Ural'ın suç ortağı olarak hakkında dava açılmıştır. İlk duruşmada tutuklanma ihtimali vardır. Yüksel Eriş ile hiçbir ilgisi ilintisi yoktur. Bana karşı, Mihrac Ural'ın yoldaşı ve Mehmet Ağar'ın ülküdaşı olmuştur. Elbette yaptığı "devrimci" hizmetlerin karşılığı olacaktır.


Hüseyin Eriş, Yüksel'in beş kardeşinden biridir. Ailenin sözcüsü değildir. Yaptığı ve söylediği her şey sadece kendini bağlar. Hasan Balcı ile ayrılmaz ikili olmuştur. Yüksel Eriş bloguna karşı, Yüksel Eriş facebook sayfası kurmuştur. Hasan Balcı'nın bana yaptığı her şeyi onaylamıştır. Yüksel Eriş adına "vasiyet" yazmıştır. Uçmayı başarmıştır. Yüksel Eriş facebook sayfasında, Yüksel'i "marksist-leninist" ve "materyalist" olmaktan çıkartmıştır, "şehit" yapmıştır.


İşte şimdi bu ayrılmaz ikiliye birlikte soruyorum. Hasan Balcı ve Hüseyin Eriş, Yüksel Eriş facebook sayfasında bana küfür etmekten başka ne yaptınız? Yüksel Eriş'i niçin "olduğu gibi" anlatmadınız? Kapatacağız dediğiniz halde, yedi aydır niçin kapatmadınız? O sayfayı size kurduran akıllı yoldaş, kapatmanız için izin vermiyor mu? Yaptığınız rezilliğin anlamını bilmiyor musunuz? Mirocuk veya tosuncuk değilseniz, niçin deli dana gibi saldırıyorsunuz? Ben size ne yaptım?


Türkiye Devrimi'nin Acil Sorunları yazısını Yüksel Eriş yazmış ise, Yüksel'in yazdığı o yazıyı okuyun anlayın uygulayın. Yalanı dolanı palavrayı bırakın. Yapacaksanız devrim yapın, "devrimci" örtüsü altında şarlatanlık yapmayın. Her şeyi unutun, Mihrac'ın sofrasından zıkkımlandığınızı unutmayın.


Son olarak, böğüre böğüre geğire geğire it ayağı yemiş gibi gezmişsiniz, boyunuzdan büyük pisliğin içine girmişsiniz, devrim için ölenleri din uğruna ölmüş gibi "şehit" yapmışsınız, gölgesine sığındığınız "şehit"leri satmışsınız. Ayrıca, kendi yaptığınız rezilliği gizlemek için bana saldırmışsınız. Yani siz de az çakal tosuncuk mirocuk değilmişsiniz. Helal olsun. Afiyet şeker bal olsun!..


Benim adım Cahit Çelik. Belgesiz bilgisiz konuşmam. Yazdıklarımın içinde, yanlış vardır, yalan yoktur. Neyi nasıl biliyorsam aynen öyle yazdım. Yüksel'i dost düşman herkese tanıttım. Arkadaşlık yoldaşlık insanlık görevimi yaptım. Bu saatten sonra, Yüksel Eriş'in mezarını bile bir daha ziyaret etmem. Dahası, üç köfte beş kuruş için her şeyi göze almış "devrimci"lerin gittiği yere gitmem. İskender Şenol gibi devrimciler var iken, her "devrimci"ye devrimci demem.


Cahit Çelik 20 Ağustos 2011 : 16.45 http://yukseleris.blogspot.com


Değerlendirme - 13

Sahibinin Sesi Köpek Marka "devrimci" düzenbaz bir zibidi yakaladım. Bileğine kelepçeyi vurdum. Türkler ve Kürtler

bu zibidiyi ne yaparsa yapsın. Ayrıntıları görmek için, lütfen bu yazıya tıklayın!..


Değerlendirme - 14

YÜKSEL ERİŞ MEHDİ MİYDİ? başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 13.450 oldu.

Değerlendirme - 15

ARABULUCU OLARAK YÜKSEL ERİŞ başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 13.700 oldu.

Değerlendirme - 16

1974, KIBRIS VE YÜKSEL ERİŞ başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 14.000 oldu.

Değerlendirme - 17

MİHRAC URAL, YÜKSEL ERİŞ VE BİR OLAY başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 14.900 oldu.

Değerlendirme - 18

Yüksel Eriş blogu iki yaşında!.. başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 15.100 oldu.

Değerlendirme - 19

Yüksel Eriş - Yeni Bilgiler başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 15.300 oldu.

Değerlendirme - 20

Yüksel Eriş ve aramızdaki gerginlikler başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 15.550 oldu.

Değerlendirme - 21

Bir Yılın Ardından başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 17.800 oldu.

Değerlendirme - 22

Nafile Bir Ölüm başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 18.500 oldu.

Değerlendirme - 23

Yüksel Eriş kaç yaşında?.. başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 19.000 oldu.

Değerlendirme - 24

38 Yıl Sonra Yüksel Eriş başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 19.800 oldu.

Değerlendirme - 25

Sinekten Yağ Çıkarmak başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 20.400 oldu.

Değerlendirme - 26

Yüksel Eriş'i Kötülemek başlıklı yazı yayına girdiği anda ziyaretçi sayısı 20.900 oldu.



ÇAĞRI - 01

Fehmi Yılmaz,


Hangi taşın altına girdiysen, hemen oradan çık. Yüksel Eriş'in seni evden niçin attığını anlat. Yüksel, çıtkırıldım kibarcık yumuşacık sünepe biriydi, söyleyeceği sözü açıkça söylemezdi, üstü örtülü biçimde nazikçe önerirdi, diyorlar. Yüksel'i azcık yazdım diye, hainler hırsızlar arsızlar yüzsüzler ibneler orospular katiller casuslar pislikler soytarılar, bana saldırıyorlar. Kare kızından, sinek beşlisinden, kupa valesinden, maça papazından, kediden köpekten tilkiden çakaldan, sinekten sivrisinekten korkmuyorsan, yetiş yardım et bana!..


Cahit Çelik






Sadık Varer - Lazlar ve Sİyaset


THKO'nun önder kadrolarından Cihan Alptekin, Ardeşen'e bağlı Hemşin köyü Oce'dendi ve pek çok Laz, 70'lı yılların başında bölgede bir efsane haline gelen Cihan sayesinde devrimci olmuştu. Ama Lazona'daki devrimcilerin çoğu THKP-C çizgisini benimsemişlerdi.


THKP-C çizgisinin farklı yorumlarıyla oluşan gruplaşmalardan Lazlar da 'paylarına düşeni' aldılar. Lazona'da THKP-C kökenli iki örgüt etkindi; Halkın Devrimci Öncüleri ve Devrimci Yol. Hopa, Arhavi ve Pazar'da Devrimci Yol çoğunluktaydı. Ardeşen'li devrimciler, birkaç arkadaş hariç tümüyle Halkın Devrimci Öncülerindendi. Fındıklı'da ağırlıkla Halkın Birliği ve Halkın Kurtuluşu vardı. Rize merkezinde ciddi bir kitlesellik sağlayan Kurtuluş, Lazona'da çok az taraftar bulmuştu.


Diğer örgütler legal, Halkın Devrimci öncüleri ise 'illegal'dı; '77 Bir Mayıs'ında elli civarında silahlı devrimcinin 'güven altına aldığı' beş yüzü aşkın 'kitle' ile Bir Mayıs kutlaması yapan 'illegal' bir örgüt…


Lazona'daki devrimci hareketin en belirgin özelliği, farklı örgütler arasındaki dayanışmaydı. Bir miting yapılacaksa, Devrimci Yol ve Kurtuluş kitlesi ile legal örgütlenmeyi 'yanlış' bulduğu için kendini “Ardeşen'li Devrimciler” olarak tanıtan Halkın Devrimci Öncüleri kitlesi, tek bir kortej içinde kaynaştırılıyordu.


Türkiye'nin diğer bölgelerinde pek rastlanmayan dayanışma bilinci, daha ciddi durumlarda da kendini gösterecek bir düzeydeydi.. Halkın Devrimci Öncüleri'nin kurucu kadrolarından Yüksel Eriş, bir 'bomba kazası' sonucu 21 Ocak 1977'de Trabzon'da öldüğünde, Halkın Devrimci Öncüleri, kitlesiyle birlikte Giresun'da bir mitingde idi ve Yüksel Eriş'in cenazesini, örgüt arkadaşlarına teslim etmek amacıyla polisten kaçırıp koruma altına almaya çalışan Kurtuluşçu arkadaşlardı. Polis çemberi altındaki hastaneden yaralıların durumu hakkında bilgi akışını sağlayan ve aynı örgütün üyeleriymiş gibi gereken her şeyi yerine getirenler de yine Kurtuluşçu arkadaşlardı.


O yıllarda Türkeş'in, basına da yansıyan bir inadı vardı;Türkeş, 'küçük Moskova' denilen Ardeşen'e 'girmek' istiyordu. Vali ve bölge milletvekillerinin bütün uyarılarına rağmen Türkeş'in asker ve polis koruması altındaki konvoyuyla yola çıktığı haberini alan Ardeşen'li devrimciler, Pazar'da, Devrimci Yol'cu arkadaşlarla aynı barikatların arkasında bir araya geldiler. Elbette Türkeş Pazar'da durdurulmuş ve çıkan büyük çatışmadan zor bela kurtarılmıştı...



http://www.lazuri.com/sadik_varer/s_v_lazlar_ve_siyaset.html



Sadık Varer - Erkan Eskiçırak / 11 Eylül 1979


11 Eylül 1979 ‘yağmurlar ülkesi’nin devrimcileri için önemli bir tarihtir; Erkan Eskiçırak bu tarihte vurulmuş ve “Ardeşen’in geçici işgali” bu tarihten sonra gerçekleşmiştir.

Erkan…

Şimdiki nüfusu elli bin civarında olan Ardeşen, Lazların yaşadığı beş kasabadan en büyüğüdür. 1980 öncesinde birkaç arkadaşımız hariç Ardeşenli devrimcilerin tümü Halkın Devrimci Öncüleri’ndendi. HDÖ’yü Ardeşenli devrimcilerle ilişkilendiren ise Yüksel Eriş’ti. Yüksel, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde okuyan bir arkadaşımız aracılığıyla bana ve Yalçın Atabey’e verilmek üzere Türkiye Devriminin Acil Sorunları broşürünü iletmiş, kısa bir süre sonra da bizi eliyle koymuş gibi bulmuştu. Daha önce teksir makinesi ile sarı kâğıda basılmış “Kesintisizler” broşürünü okumuş ve benimsemiştik. Yüksel’le birkaç gün süren TDAS üzerine okuma ve tartışma sürecinin sonunda ‘birlikte yürümeye’ karar verdik… Yüksel Eriş’i 21 Ocak 1977′de bir ‘bomba kazası’ sonucu Trabzon’da yitirdik. 1977′nin sonuna doğru ben İstanbul’a geçtim, Yalçın Atabey’i ise bir trafik kazasında yitirdik. Erkan, HDÖ’ye ilk katılan yoldaşlarımızdandı. Bölge Komitesi üyesiydi…

Ardeşen’de azınlıkta olmalarına karşın sivil faşistler de vardı. Fakat Lazlara has özelliklerden dolayı onlara karşı silah kullanmıyorduk; siyasal teşhir ve tecrit faaliyetleriyle yetiniyorduk.

1979 yılının 11 Eylül günü Erkan bir komşu kentteki toplantıdan dönmüştü. O sırada ben de sorumluluk alanım olan Karadeniz’de bulunuyordum ve Ardeşen’deydim. Erkan yol yorgunuydu. “Biraz dinlen, sonra konuşuruz” dedim, ayrıldık. Aradan birkaç dakika geçmişti ki bir silah sesi duydum. Sesin geldiği yöne gittim ve yerde yatan Erkan’ı gördüm; başından kan akıyordu, gözleri açıktı ve gülümsüyordu. Nabzına baktım, ölmüştü. Hiç ciddiye almadığımız liseli faşistçiklerden biri, kendisini kovalayan devrimci liselilerden kaçarken kalabalığın içinde birden Erkan’la karşılaşmış ve panikleyip silahını ateşlemişti. Böylece bölgedeki en değerli yoldaşlarımızdan birini yitirdik.

Artık Ardeşen’deki sivil faşistlere karşı silah kullanmama dönemi bitmişti. Erkan’ın belindeki silahı da alıp orada bulunan yoldaşlarımızla birlikte onu vuran faşistin peşine düştük. Aynı zamanda bir başka grup da faşistlerin buluştuğu mekânlara yöneldi. Erkan’ı vuran faşist tam da atış menziline girmişken polis arkamızdan ateş etmeye başladı. Bu yüzden anında misilleme yapmayı başaramadık; biz polisle uğraşırken Erkan’ın katili kaçmayı başardı. Bunun üzerine olayın yönü değişti; devrimcilerle polisin çatışması başladı. O akşam Erkan’ın akrabaları ile birlikte devrimci bir grup karakolu bastı. Devlet bütün imkânlarını kullanmış, bize ateş ederek Erkan’ı vuran faşisti kurtaran komiseri Ardeşen’den çıkarmayı başarmıştı, ama bu baskınla polis teşkilatı da pasifize oldu.

Erkan görkemli bir cenaze töreniyle uğurlandıktan sonra sivil faşistleri silahla tasfiye etmeye karar verdik. Elbette sivil faşistler tasfiye edilirken kolluk güçleriyle de kapışmak gerekecekti. Hazırlıklar buna uygun yapıldı. Ardeşen’deki devrimciler onar kişilik gruplar halinde dağlara, köylere ve sokaklara dağıldılar. Faşistlerin bulunabileceği yerlere seri baskınlar düzenleyen silahlı gruplar Karadeniz sahil yolunu da kontrol ediyor, her yerde faşist arıyorlardı.

Yüzlerini kızıl bir örtüyle gizleyerek ortaya çıkan silahlı grupların sayısını ve uygulanan devrimci şiddetin etkisini gören kolluk güçleri iyice kararsızlaşmışlardı. Asker ve polis ‘yokmuş gibi’ davranıyordu. Silahlı devrimci gruplara müdahale etmeyi göze alamadılar. Sadece o yıllarda Ankara’da ortaya çıkan ve adına daha sonra özel tim denilecek olan küçük bir ‘tim’ bakanlık emriyle Ardeşen’e gönderilmiş, ama onlar da durumun ciddiyetini gördükten sonra geldikleri gibi hızla ortadan kaybolmuşlardı.

O dönemin sağ basını, özellikle de MHP’nin yayın organı olan Hergün Gazetesi günlerce “Ardeşen’deki Kızıl Terör”ü haber yapmış, devleti göreve çağırıp durmuştu.

Bir hafta sonra bir durum değerlendirmesi yaptık ve Erkan’ın öldürülmesine tepki olarak başlayan ve de hiç hesapta yokken bir hafta gibi uzun sayılabilecek bir süre boyunca “Ardeşen’in işgali”ne dönüşen eylemliliği sonlandırmaya karar verdik…

Şimdi şöyle bir soru sorulabilir; aradan otuz yılı aşkın bir süre geçtikten sonra bu tarih notunun anlamı ne?..

Bir yıl kadar önce genç bir devrimci ziyaretime gelmişti. Çat kapı ziyaretçim Laz’dı. Beni tanımak ve 70′lı yıllarda ‘yağmurlar ülkesinde’ yaşananları öğrenmek istiyordu. Laz devrimcilerin geçmişte yaşadıklarıyla gerçekten ilgilendiğini sorduğu sorulardan anlıyordum. Sorulardan biri şuydu; “Yoldaşınız Erkan Eskiçırak’ın ölümünden sonra Ardeşen’de uzun bir süre silahlı devrimci gruplar görülmüş, silah sesleri hiç susmamış, o olayı anlatır mısınız? ” Anlattım, dikkatle dinledi ve şöyle dedi; “Bunları yazmalısınız, sizden sonraki devrimci kuşağın, bizlerin, ‘80 öncesinde yaşananları öğrenme hakkımız var, sizin de bize böyle bir borcunuz var!..”

O genç devrimciye söz vermiştim; bu yazıyı ‘onun için’ yazdım, umarım okur…


Sadık Varer

www.enternasyonalle.com

http://www.ozgurmedya.org/articledetail.asp?AuthorID=40&ArticleID=1742



Engin Erkiner - Bir rezile, Mihrac Ural'a cevap...


Engin Erkiner: Bir arkadas, ne susuyorsun, acikla bildiklerini dedi. Hak verdim ve oyle yapiyorum.


Mihrac Ural efendinin yalancılığı sınır tanımaz. Diyormus ki, Engin, 1977’de bütün örgütü ele vermişti. Demek öyle! Dökelim bildiklerimizi ortaya o zaman!


Okur, ön bilgi olarak, bu yazı ile birlikte www.ozgurmedya.org sitesindeki internet kimligi ve bir tarihten ayrilmak başlıklı yazılarımı okumalıdır. Ayrıca hem o hem de bu sitedeki 1982 ve 26 yıllık şantaj yazılarını da okusun. Zaten okumuş iseniz mesele yok.


19 Ağustos 1977’de uzun bir takibin ardından polis, Harbiye Akbank soygunu sırasında bizi yakalayamayınca, takiple ulaştığı evleri basmaya, kişileri yakalamaya başladı.


İlk yakalananlar saat 12.00 civarında Haydarpaşa Garı civarında Belma Gürdil ve İmam Kılıç’tır. Benim yakalanmama daha 7 saat var.


Şimdi cevap ver bakayım Mihrac efendi: Bunlar nasıl yakalandılar?


Senin 1980 yılında polis ilan ederek öldürttüğün Ali Çakmaklı, kardeşi Cumali Çakmaklı ve eşi –adı galiba Neşe idi- evleri basılarak yakalandılar. Saat aynı günün öğleden sonrası, benim yakalanmama yaklaşık 5 saat var.


Şimdi söyle bakalım, ifade de benim gösterdiğim söylenen bu evler nasıl basıldılar?


İmam Kılıç Paris’te, Cumali Çakmaklı İstanbul'da yaşarlar. Merak eden sorup öğrensin, evleri saat kaçta basılmış diye.


Hilal Göker, o sırada İstanbul'daki sorumlulardan bir tanesidir. Benim kaldığım yere gece yarısı iyice duyulan bize karşı operasyonu bildirmek için gelir, içerde kurulan karakola yakalanır.


Ben de yakalandığımda polisteki büyük bilginin çerçevesi içinde ifade verdim ve yakalanan diğer kişilerden hareketle çok daha fazla şeyin ortaya çıkmaması için bir sürü şeyi üstlendim.


Sen bunu bilmiyor musun? Biliyorsun! Ama yalandan kim ölmüş misali 31 yıl sonra herşeyi tahrif ederek karşımda düştüğün çaresizlikten kurtulabileceğini sanıyorsun.


Yakalandığımda bütün Genel Komite üyelerinin adlarını ve kaldıkları yerleri, çok sayıda kadronun da adını ve evlerini biliyordum. Nedeni basit: Örgütün kuran üç kişiden hayatta kalmış tek kişiydim ve başından beri işin içinde olduğum için çok kişiyi biliyordum.


Önceden beri bilinen senin dışında kim çıktı ortaya? Hiç kimse!


Sakın “ben bilinmiyordum” gibi numara yapma. 26 Ocak 1977 eylemlerinden önce “Antakya’da durumum tehlikeli” diye İstanbul’a gelen sen değil miydin? Seninle buluşmadık mı? Süreyya kod adlı Yüksel’in Trabzon’da öldüğünü benden öğrenmemiş miydin bu buluşmada?


Devam ediyorum:


Bir insanın sadece ifadesiyle onun polisteki tutumu hakkında hüküm verilmez. Sen bu ülkenin devrimci hareketini kendin gibi ebleh mi zannediyorsun?


Sıkıyorsa dosyayı da yayınlasana... Orada kim ne demiş, kim ne zaman yakalanmış, ortaya çıkması zor değildir. Ama yapamazsın!


Biz 1973 yılında ODTÜ’de THKP-C’li bir grup iken arkadaşlarımıza hep şunu söylerdik: Her yakalanandan polisin bilgisinin hangi düzeyde olduğunu öğrenin. İşkence altında ifade verirseniz, bu bilgilerin çerçevesinin dışına çıkmayın.


O yıl yakalanan bir arkadaş da bu çerçevede ifade vermiş ve doğrusu hepimizi kurtarmıştı. Yoksa yakalanmamıza ramak kalmıştı.


O adama “itirafçı” diyebilir misin? Sen dersin, senden beklenir, ama başka da kimse demez. Dememişti de zaten!


Bir insanın polisteki tutumu hakkında onunla birlikte yakalananlar değerlendirme için esas kaynaktır. Sen benimle birlikte yakalanmadığın halde neden hariçten gazel okuyorsun?


Neden o dönem bana hiç kimse “bildiği her şeyi söyledi”, “bütün örgütü ele verdi” gibi laflar söylemedi de bunları söylemek 31 yıl sonra senin aklına geldi?


Daha açık konuşalım:


Biz yakalandıktan bir ay kadar sonra Bahçelievler Akbank soyulmadı mı? Bu soygun bizim önceden yaptığımız istihbaratla yapılmadı mı? Eylem kadrosu gökten inmediğine göre nereden gelmişti acaba?


Bunlar dışarıda kalanlardı, başkaları değil.


Biz yakalandıktan sonra değişik bölgelerde eylemlerimiz sürdürmedi mi? Mesela Suluova’da faşistlerin gecesinin bombalanması gibi...


E, hani ben herkesi vermiştim?


Adını burada vermeyeyim ama çok kişi kimden söz ettiğimi anlar: Senin bana karşı sürekli kışkırttığın bir adam bile, benim tutumumu eleştirmesine rağmen bana “herşeyi söyledi” demedi. Diyemezdi de! Herşeyi söyleseydim kendisi kısa yoldan idama gidiyordu.


Bak bunu ilk defa burada söylüyorum. Anlaşılan o adam olaydan sana bile söz etmemiş. Akıllılık etmiş! Yoksa yıllarca müritliğini yapan bu arkadaş seninle arası bozulup polis ilan edildikten sonra, sen bunu ona karşı kullanırdın.


Ben, sen değilim. Kullanmak karakterime uymazdı. Bu nedenle asla kullanmadım.


Yine bizim davadan bir başkası Selimiye cezaevinde bana “Sana eleştirilerim var ama yanlış anlama, bazı şeyleri gerçekten takdir ediyorum” demişti.


Normal, arkadaş da başka bir olaydan ipin yolunu kolayca tutabilirdi.


Daha anlatayım mı Mihrac efendi, yoksa yeter mi?


Ben yakalandıktan yaklaşık bir yıl sonra tutuklu olarak bulunduğum cezaevine geldin. Bana polisteki tutumum konusunda itham mahiyetinde bir şey söyleyebildin mi? Hayır!


Sen bana “herşeyi söyledin” gibi bir laf etseydin, yollarımız orada ayrılırdı. Ama sen sürekli olarak benim yanımda durmaya çalıştın. Senin için normal, çünkü ben olmadan seni kimse ciddiye almazdı. Bunu sen de biliyordun.


Şimdi sözüm ona dile getirdiğin sözde gerçekleri o zaman ifade etseydin ya! Edemezdin, çünkü yalnız kalırdın.


Devam edelim:


Sen 12 Eylül’den önce Suriye’ye gittin, ben 1980 sonunda oradaydım. Hepsi hepsi dört ay kaldım ve Şam’dan uçakla ayrılmadan önce seninle birlikte, örgüt adına, oraya yeni gelmiş olan Teslim Töre’yi görmeye gitmedik mi? Orada saatlerce konuşmadık mı?


Ben 1982’de örgütten ayrıldığımda hemen Teslim’e koştun ve hakkımda bir sürü laf ettin. Hepsini biliyorum. Seni ciddiye almadılar. Nasıl alsınlar? Yıllarca örgütün en tanınmış kişisi olan Engin, ayrılınca kötü oldu!!


O dönemin acısını hala içinde taşıyorsun, biliyorum!


Senin ne yazdığını okumuyorum, bazen arkadaşlar iletiyorlar. Sen ise beni düzenli olarak okuyorsun, biliyorum, okumak zorundasın...


Son olarak duyduğum, benimle Belma arasındaki ilişki konusunda bazı şeyler uydurmuşsun...


İnsanı zorla konuşturma Mihrac... Zaten yeteri kadar rezil olmuş durumdasın, bırak da Faize konusu karanlıkta kalsın...


1981’de Lazkiye’de iken Faize ile Cemil Esad’ın yakın ilişkisini sadece bana değil orada bulunan herkese anlatan sendin. Daha sonra Cemil Esad ile arandaki Faize pazarlığını da bilmediğimi sanma...


Konuşturma şimdi insanı... Bırak da orası karanlıkta kalsın...


(Faize, Mihrac Ural’ın evlendiği daha doğrusu evlendirildiği kadındır.)


Sana şimdilik bu kadar yeter!




http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=87:bir-rezile-mihrac-urala-vevap&catid=34:engin-erkiner






ENGİN ERKİNER - ACİLCİLER'DE 1976 YILI (1)

Daha sonra ayrıldığı parçalarla Halkın Devrimci Öncüleri, Acilciler, Devrimci Savaş gibi isimler alacak olan örgütün en önemli dönemi hangisidir diye sorarsanız 1975, 1976 ve 1977 yılları diye cevap veririm. Ya da daha da somutlarsak TDAS’ın yayınlandığı 1975 yılı ortasıyla 1977 yılı ortası arasında geçen iki yıl, bu örgütün tarihini büyük oranda belirlemiştir. Bugünden geriye doğru 33-35 yıl öncesine bakıldığında bu durum açık olarak görülebiliyor.


1977-1980 arasında da vardık ve bir şeyler de yapıldı, eylem olarak daha fazlası da yapıldı. Ama bize Acilciler ismini sağlayan dönem, yukarıda belirtilen iki yıllık dönemden ibarettir. 1980’e kadar geçen sonraki yıllar bizim için devrimci hareket içinde gerileme dönemine karşılık düşer. Bunun nedeni sadece sürekli yenilen darbeler ve yaşanılan ayrılıklar değildir. Devrimci hareketin ülke çapında gelişmesinin bırak ilerisine geçmeyi, onun temposuna bile ayak uyduramadık ve belirgin biçimde geriye düştük. Erken çıkış yapmamız, iyi çıkış yapmamız ve teorik gücümüz sayesinde örgüt adı yıllar boyunca yaşadı. 1982 sonrasında ve hele de 1988 sonrasında Acilciler diye bir örgüt yoktur. Devrimci Savaş daha önce tarihe karışmıştı. Halkın Devrimci Öncüleri’ne gelince, kendi iddialarına bir şey diyemem ama yıllardan beri var olduklarını söylemek mümkün görünmüyor. Silahlı propaganda ve öncü savaşını savunuyorsan, yaparsın, yapmazsan, var olmamayı da kabul etmek zorunda kalırsın.


Bu yazı dizisinde yıl yıl 1976-1982 dönemi anlatılacak…


Sadece iki yılın bir örgüt tarihinde bu kadar belirleyici olması okurlardan bazılarına garip gelebilir. Ne ki, bu durum bize özgü değildir. 1980 öncesinin en büyük devrimci örgütü olan Devrimci Yol’un durumunu ele alın, ya da yine büyük örgütlerden olan Kurtuluş’un… Bu isimleri oluşturan süre sadece beş yıldır. 12 Eylül 1980 sonrasında bu örgütler –Devrimci Yol’un birkaç yıl süren Avrupa pratiği dışında- kayda değer bir varlık gösteremediler. Biz gösterdik mi? 12 Eylül sonrası pratiğimiz, bu blogdaki bir yazıda da belirtildiği gibi, üç önemli olaydan ibarettir: Hapishanelerdeki direniş, Filistin halkının mücadelesine destek ve Paris ev işgalleri… Bunların dışında, bırakın yıllar sonrasına kalmayı, döneminde bile ses çıkarmış tek eylemimiz yoktur. (Muhabarat’ın isteği ve desteğiyle yapılmış ANAP binalarının bombalanmasını kendi eylemimiz olarak saymıyorum)


1975 yılı yazında ülkede fazla bir şey yoktu… O kadar ki gönül rahatlığıyla birkaç aylığına askere gitmiştim. İlker de bir sonraki yılda kısa dönem askerliğe gitmeyi planlıyordu.

Beş yıl sonra ise ülke iç savaşın eşiğine gelmişti. Her şey bu beş yılda oldu. Bu beş yılı aşabilmiş ve 1980 sonrasında da kendinden söz ettirebilmiş sadece iki örgüt bulunuyor: PKK ve Devrimci Sol… Bu beş yılın özellikle iki yılının bizim için özellikle önemli olması bu açıdan normaldir.


Beylerderesine Doğru yazı dizisinde 1976 yılının ortalarına kadar gelmiştim. Oradan devam edeyim:


Biraz iddialı bir belirleme olarak görebilirsiniz ama gerçektir: Bizi biz yapan dönem, özellikle 1976 yılının ikinci yarısıdır. İtiraz edebilirsiniz ve diyebilirsiniz ki, o dönemde daha örgüt olarak adımız bile yoktu. HDÖ, 1976 sonunda kurulur. Ülke çapında adımızı duyurmamız ise 1977 yılının ilk yarısındadır. O halde 1976 yılının ikinci yarısını bu kadar önemli görmek doğru mudur? diye sorabilirsiniz.


Cevap olarak şunu söyleyebilirim: Haklısınız, o dönemde henüz örgütsel adımız bile yoktu. Yine haklısınız, 1977’nin ilk yarısında ülkede adımızı duyuran eylemler söz konusudur.


Ama unutmayın: 1977’nin anılan dönemi kendi kendine ortaya çıkmadı. O dönemin hazırlığı 1976 yılının ikinci yarısındadır. Bu dönem, bizim için, İstanbul’da yoğunlaşmış para bulma ve önemli bir askeri eğitim dönemidir.


Askeri eğitim, hele de şehir gerillasının askeri eğitimi, Filistin kamplarında yapılamaz. Dağa çıkıp küçük bir kır gerillası yaşamakla da yapılamaz. Şehir gerillasının askeri eğitimi apayrıdır. Kır gerillası için geçerli olan çeşitli özellikler şehir gerillası için lüzumsuzdur. Mesela dağda iyi yürümek, şehir gerillası için anlamsız bir özelliktir. Kalaşnikofu iyi kullanmak şehir gerillası için fazla bir anlam taşımaz, zira bu silah şehir silahı değildir. Şehir eylemlerinde az kullanılır. Şehir gerillasının silahları tabanca ve hafif makineli tüfektir.


Kent ve kırsal alanın eylem anlayışı da birbirinden oldukça farklıdır. Şehirde esas olan iyi bir planlama ve büyük bir hızla hareket etmektir. Yavaş şehir gerillası olmaz ya da daha ilk eyleminde başarısız olur.


Şehir gerillası için en büyük ustalık araba kullanmaktır. Bir arabayı gerek düz kontakla gerekse de başka yöntemlerle “kaldırmayı” bilmektir.


Bunlar basit gibi görünen şeyler ama eylemlerde önemli rol oynuyorlar.


1976’nın ikinci yarısında iki usta şoförle eyleme girerdik. Olacak şey değil! Zira bir sonraki yılda aylarca şoför kıtlığı yaşadık ve hatta soygun sonrasında arabayı duvara çarpan acemi şoförlerle bile eyleme girmek zorunda kaldık.


Bu süreç içinde kazanılan eylem tecrübesi aynı zamanda planlama tecrübesi de demektir ve son derece önemlidir. Bu tecrübe de ancak şehirde kazanılır, başka yerde değil.


1976 yılının sonunda Devrimci Savaş ayrılığı olur. Bu ayrılığın nedeni, artık harekete geçip geçmemek üzerineydi. Biraz derine gidildiğinde, öncü savaşı anlayışıyla ilişkiliydi.


Bu işin bir yanıdır. İşin ikinci yanı ise, HDÖ’yü oluşturanlar içindeki görüş ayrılığıdır. Bu görüş farklılığı belirgin biçimde benimle Rıza arasındaydı. Yüksel, Rıza’nın görüşlerine daha yakındı. Sorun şuydu: Madem ki halk savaşı gereklidir, o zaman olanakların sürekli olarak kıra aktarılması gerekir. Ben ise buna sürekli olarak karşıydım. Biz daha uzun süre büyük kentlerde kalacaktık ve olanakların da öncelikle burada değerlendirilmesi gerekirdi. Kıra gidiş sonraki işti.


Mahir Çayan’ın dört aşamalı planını o sırada hepimiz kabul ediyorduk ve bu dört aşamanın ilk ikisi, şehir gerillasını başlatmak ile, şehir gerillasını geliştirmek ve kır gerillasını başlatmak şeklindeydi. İlk iki aşamada belirgin biçimde şehir ağır basacaktı. Bu nedenle de kadrolar, silahlar ve para özellikle şehirlerde durmalıydı, kırda değil.


Halk savaşı ya da kırlar ve şehirlerin ilişkisi konusunda 1978’de ortaya çıkan farklılık daha 1976 yılının sonunda görülebiliyordu. Rıza da bunu değişik kereler yazılı olarak belirtmiştir.

Beni “sağ sapma” olarak suçlamasının kökeni 1976 yılı sonuna dayanır.


Şurası doğrudur: Halk savaşı konusundan sürekli olarak geride durdum. Tamam, o zamanki anlayışımız uyarınca halk savaşını savunuyordum ama uzun süre kentlerde kalacağımızı, savaş sürecinde kentlerin oldukça önemli rol oynayacağını da savunuyordum. Bunun da pratikteki karşılığı, olanakların kırda değil kentlerde, özellikle de büyük kentlerde yoğunlaşmasıydı. Bunun pratikteki anlamı ise İstanbul ve Ankara’dır. Özellikle de İstanbul’dur.


O dönem bu görüşümü teorik olarak daha ayrıntılı gerekçelendiremiyordum. Bunu yapabilmek için kentlerde önemli bir eylem tecrübesi yaşamam ve ortaya çıkan durumu görmem gerekiyordu. 1977’de bunu yaşadım.


Sonraki yıllara bakıldığında silahlı mücadele hareketinin ne kadar garip bir durumda olduğu kolaylıkla görülebilir. Halk savaşı savunuluyor ama halk savaşını başlatmaya teşebbüs bile edilemiyor. HDÖ bunu yapamadı, MLSPB yapamadı, Eylem Birliği yapamadı. Devrimci Sol ise başarısız birkaç teşebbüs yaptı, o kadar…


Bu ülkedeki silahlı mücadele hareketi (PKK dışında) esas olarak büyük kentlerde ve yine esas olarak İstanbul’da faaliyet göstermiştir. Ne yapmışsa büyük oranda burada yapmıştır. İstanbul, gariptir, klasik halk savaşının savunucusu TİKKO için bile oldukça önemli bir kent olmuştur.


Bunca yıldır yapılamayan, yapılması için başarılı bir teşebbüs bile yapılamayan bir görüşü savunsan ne olur savunmasan ne olur gibi bir durum çıkıyor ortaya…


Sürecek…



http://thkp-c-acilciler.blogspot.com/2010/01/acilcilerde-1976-yili-1.html




ENGİN ERKİNER - ACİLCİLER'DE 1976 YILI (2)

1976 yılının yaz aylarına gelindiğinde Yurtdışı Grubu ile ayrışma tamamlanmış, sadece ben ve Yüksel’den ibaret kalan örgütün genel komitesine iki yeni üye alınmış, önce Beylerderesi ardından da İstanbul’daki yakalanma ile başlayan polis saldırısı sınırlandırılabilmiş ve de sadede gelmiştik: savaşa başlamaya hazırlanmamız gerekiyordu. Teori ana hatlarıyla tamamdı. Gerçi TDAS’ın ikinci bölümünün de yazılması gerekiyordu ama o kadar çok iş vardı ki…


Mesele şuydu: ne istediğinizi biliyorsanız, ama onu nasıl yapabileceğinizi bilmiyorsanız ya da yapamıyorsanız, ne istediğinizin de pek önemi yoktur. Politika sonuçta yapmaktır. Ya gerekeni yaparsın ya da gevezelik yaparsın. Ya da birileri yapar sen de o yapılanın eleştirisini yaparsın. Sonuçta yapan odur, hatasıyla eksiğiyle de olsa yapmıştır.


1976 ortasında en önemli sorunumuz maliyeydi: paramız yoktu. Birkaç tabancadan başka silahımız da yoktu. Para bulmamız, silahlanmamız ve eylem tecrübesi kazanmamız gerekiyordu.


Malatya’da hükümet konağı önünde bekçi ve polisle çatışmaya girmenin tecrübesizlikten kaynaklandığını düşünüyordum. Anlaşılan Malatya’da gereken arkadaşlarla buluşamamışlar ve belki de yollarını kaybetmişler ve ister kolay buluşabilmek için olsun isterse de yollarını bulmak için olsun, gecenin geç saatinde hükümet konağı önüne gitmişlerdi. Polis şüphelenmesin de ne yapsın?


Sonuçta karakola davet edilince gerekeni yapıyorlar. Yapıyorlar da oraya gitmenin amacı daha başkaydı ve mühim olan işi o noktaya getirmemekti.


Banka soygunundan örnek vereyim: örgüte para gereklidir ve soygunun amacı da budur. Birileri karşı çıkarsa ve hele de size saldırmaya kalkarsa, vurursunuz. Ancak bilinen bir şeydir: soygunun başından itibaren sakin ama kararlı davranırsanız, karşı çıkan da olmaz. Kimseyi de vurmak zorunda kalmazsınız. Gerekirse insan vurulur, ama amaç bu değildir. Her eylem amacına göre planlanır ve amaç dışı olayların ortaya çıkmasından mümkün olduğu kadar kaçınılır. Bu hareket tarzı için gerekli tecrübe de büyüklü küçüklü değişik eylemlerden sonra kazanılır.


Her ne ise, başladık bankaları dolaşmaya… Banka nasıl soyulur, hiç fikrimiz yok. O sırada İstanbul’da arada bir banka soygunları oluyordu. Radyoda soygun haberi duydum mu ertesi gün birkaç gazete birden alırdım. Soygun nasıl yapılmış, nasıl kaçılmış, açık verilmişse neden verilmiş, yakalanma olmuşsa nasıl olmuş, hepsini ayrıntılı olarak okurdum. Haberden yeterince bilgi alamazsam soyulan bankanın civarına da giderdim.


İlk öğrendiğim şey, banka alarmıydı. Çok sayıda bankada alarm vardı. Bu alarm bir kabloyla bankadan civardaki bir işyerine bağlanıyordu. Veznedar veya bir başkası ayağının altındaki alarma basıyor, siz tabii fark etmiyorsunuz, alarm ilgili yerde çalıyor ve orası da hemen polisi arıyordu. (Hatırlatmaya gerek yok, o yıllarda cep telefonu yoktu.)


Demek ki, güvenliğin önemli kurallarından bir tanesi, banka alarmını kesmekti. Dışarıdan da dikkat çekmeden içeri girdiniz mi, bankada büyük bir gerginliğe girmeden davranabilirdiniz.


Bankadan çıkan bir kablo demeti içinde alarm kablosunu nasıl bulursunuz ve nasıl kesebilirsiniz? Dahası, kesmek yetmiyor, zira kablonun sarkarak kendisini belli etmemesi gerek. Kablonun yeniden birbirine tutturulması gerekli. Kolay iş değil yani…


Bu nedenle öncelikle alarmı olmayan banka arıyorduk.


Arabasız soygun olmaz. Arabayı nasıl kaldıracağız? İki iyi şoförümüz vardı ve dahası düz kontakla araba kaldırma tekniğini de biliyorlardı. Yeter ki kapıyı aç, ötesini hallediyorlardı. Bu yöntem, bir arabaya binip şoförü rehin alıp arabaya el koymaktan daha kolay ve tehlikesizdi. Arabanın plakasını değiştirmiyorduk, zira arabayı kaldırdıktan bir ya da iki gün sonra banka işini yaparız diye düşünüyorduk.


Tabii bu işler düşünmekle olmuyor. İş uzadı da uzadı. Mecburen kaldırdığımız arabaları bir müddet kullandıktan sonra terk ediyorduk.


Derken araba konusunda beklenmedik bir sorun çıktı: düz kontakla araba kaldırmak zorlaşmıştı zira motor durdurulunca direksiyon kilitleniyordu. O kilidin kırılması gerekliydi, yoksa düz kontak yapılsa bile araba gitmiyordu.


İşimiz zorlaşmıştı. Arabaya girmek mesele değildi, direksiyon kilidinin kırılması ise hayli gürültülüydü. Bazen “ne oluyor” diye balkonlara çıkan insanlar olurdu, o zaman mecburen uzaklaşırdık.


Bir gün artık canımıza tak dedi. Dört kişi, elimizde ne kadar silah varsa aldık ve işe çıktık. Balkona çıkanlara, “içeri gir lan, ne bakıyorsun” diyecek kadar tepemiz atmıştı. Tak tuk sesleri arasında direksiyon kilidi kırılırken, şoför arkadaş da şarkı mırıldanıyordu…


O yıllarda belki hatırlarsınız Sibel Egemen’in çok çalınan bir parçası vardı: Hayret!


Hayret, dünya nasıl dönüyor hala

Hayret, güneş nasıl doğuyor hala

Bilmiyorlar mı aşkımız bitti…

Diye başlıyordu.


Şoför arkadaş biraz değişik söylüyordu şarkıyı:

Hayret dünya nasıl dönüyor hala

Hayret polis niye gelmiyor hala…


Neyse, birinci iş yapıldı, az buçuk bir para alındı. Hepsi bozuk paraydı… Bunun tamamına yakınını Yüksel’e verdim ve bize acele olarak Fransız otomatiği getirmesini istedim. Antakya’ya yeni gitmeye başlamıştı. Parayı aldı, gitti ve getirdi.


Umarım, 1977 yılındaki dinamitlerde olduğu gibi, bu alımda da örgüt içi ticarete kurban gitmemiş ve kazık yememişizdir.


Sürecek…



http://thkp-c-acilciler.blogspot.com/2010/02/acilcilerde-1976-yili-2.html




ENGİN ERKİNER - ACİLCİLER'DE 1976 YILI (3)

1976 yılının sonbaharına geldiğimiz günlere kadarki tarihimizde Mihrac Ural’dan hiç söz etmemiş olmamı okur yadırgamasın. Öyle birisi yoktu ki söz edeyim… 1976’nın yazına doğru Antakya’ya giden Yüksel Eriş, Mihrac’ı ilk kez orada tanımış ve Antakya’nın da bizimle ilişkisi o sırada başlamıştı. Yüksel’in Mihrac’ı hiç gözü tutmamıştı ve bunu da Rıza ile bana açıkça söylemişti. Bu kişiyi o sırada tanımadığım için şu veya bu yönde bir fikir sahibi olmam da mümkün değildi. Yüksel, başka bir kişinin ön plana çıkarılmasının daha doğru olacağını düşünüyordu.


Gelelim kendi büyük sorunlarımıza…


Devrimci Gençlik’in TDAS’a yönelik olarak yazmış olduğu saçmalıkla dolu eleştiri yazısına cevap yazmıştım. Bunu basıp dağıttık. Sonra TDAS’ın ikinci baskısına Önsöz’ü yazdım. Bu arada belirtmek gerek, yine hiç paramız kalmamıştı. Donanımımız bu sefer daha iyiydi ama artık haftada birkaç kere yapılmaya başlayan banka soygunları nedeniyle herkes daha uyanık olmuştu. Soygun artık eskisi kadar kolay değildi.


Neden Ankara’yı denemiyoruz diye düşünüp bu kente geldik. Arabayla –bu kez legal arabaydı- epeyce dolaştık. Ortam İstanbul’a göre daha uygun gibi görünüyordu ama bu kentte de kaçmak zordu. İstanbul’un kargaşası burada yoktu. Vazgeçtik.


Bu arada içimizdeki sorun da büyüyordu. Harekete geçmek, isim olarak ortaya çıkmak öncesi örgütlenme düzeyimiz ne kadar olmalı? Ve bu düzeye nasıl ulaşılabilir?


Temel sorun buydu. Rıza için örgütlenme düzeyimiz yeterliydi. 15 kadar ilde örgütlenmemiz vardı. Politik bir çıkış yapılmalı ve ardından da gücümüzün büyük bölümü kırda mevzilendirilmeye başlanmalıydı. Kırdan kasıt Maraş’tı ve zaten başka bölgede kırsal bağlantımız da yoktu. Öteki arkadaş ise harekete geçme öncesi örgütlenmenin daha boyutlu olması taraftarıydı. Bu örgütlenme düzeyine de yerel düzeyde yapılacak eylemlerle ve kazanılacak kadroyla ulaşılabilirdi. Nitekim bu amaçla özellikle Ankara’da bazı eylemler yapılmıştı.


Yüksel daha ziyade Rıza’nın tarafına yakındı, ben ise karar vermeyi sürekli erteliyordum. Karar vermemi zorlaştıran iki neden vardı:


Birincisi: Ortaya çıkan politik farklılıkta mantıksal bir tutarlılık yoktu. (Politik farklılıklarda her zaman mantıksal tutarlılık aranamayacağını yıllar sonra öğrenecektim) Bir taraf teoride eylemciydi. Kısa süre sonra politik çıkış yapılması gerektiğini savunuyor ve ardından da kır gerilla savaşını gündeme getiriyordu. Bunun için gerekli donanımımız (silah, cephane) oldukça eksik olduğu gibi, eylem tecrübesi de azdı. İstanbul’da eylemlere giren ve belirli bir tecrübe kazanan kadro büyük oranda öteki taraftandı. Normal olarak bunun tersinin olması gerekirdi.


İkincisi: Teoride tamam olan halk savaşı pratikte bana uzak geliyordu. Sonuçta ülkede kentleşme ileri derecedeydi ve savaşın her aşamasında kentler hele de metropoller önemli rol oynayacaktı. Kırda bırakın savaşmayı, normal yaşamımı sürdürmekte bile büyük sorunlarla karşılaşırım. Sonuçta ben metropol insanıyım. Bütün hayatım Adana, Ankara ve İstanbul’da geçmişti ve bırakın kırsal alanı orta büyüklükteki bir kentte bile yaşayamazdım.

Bunu, 1975 yılında askerlik yaptığım Balıkesir’de açık olarak görmüştüm. Terhise bir hafta kalmış ve o hafta sonu firar yok, yani cumartesi gününü kentte geçireceğiz. İyi de nasıl! Akşam oluncaya kadar çatlamıştım neredeyse… İstanbul, Ankara olsa neyse, ama böyle kentlerde yaşayabilmem mümkün değildi.


Ek olarak, kent insanlarının halk savaşı merakını da anlamakta zorluk çekiyordum. Halk savaşı öncelikle o bölgenin insanı tarafından hayata geçirilir. Kentli kadronun katkısı azdır, öyle olmak zorundadır. TDAS’ı yazarken Latin Amerika gerilla savaşlarıyla ilgili olarak sadece teori değil, günlük yaşamı aktaran anıları da okumuş ve kent insanlarının dağlarda ne kadar zor duruma düştüklerini öğrenmiştim. Bunun tersi de geçerlidir. Hayatı köyde ya da küçük kentte geçmiş insanı metropole getirin, şaşırıp kalır. Bırakın savaşmayı, yaşamasını bile öğrenmek zorundadır.


Öncü savaşında hata, yerine göre değişir. İstanbul’da hata sayılmayacak bir davranış, Malatya’da hata olabilir ve dikkat çekebilir. Malatya metropol olmasa bile yine de büyük şehirdi ve orada bile hayat metropoldekinden farklıydı. Bir kentte eylem yapacaksanız, o kentin yaşam tarzını bilmeniz gerekir. Ne zaman nereye gidilir, hayat nasıl akar; bunları bilmeniz gerekir. İstanbul ya da Ankara’da gece yarısı merkezi bir yere giderseniz dikkat çekmezsiniz, ama Malatya’da çekersiniz.


Bunlar da ancak tecrübeyle öğrenilecek şeylerdir. Sadece silahlı eylem tecrübesiyle değil, hayat tecrübesiyle…


Bu arada yine para bulduk ve bu parayla da Binboğalar’da yapılacak askeri eğitimi finanse ettik. Bunun için fazla para gerekmiyordu ama hiç paramız olmayınca bir şey de yapılamıyordu.


Bu eğitime katılmadım. Hem fazlasıyla işim vardı hem de ateş etmek ve saatli bomba yapmak konusunda eğitimin yararı olacağı konusunda da kuşkuluydum. Sonuçta askerde piyade tüfeğiyle ateş etmiştim, saatli yapımı konusunda da uzman bir arkadaş vardı. Kalan tecrübeyi hayatın içinde kazanmamız gerekiyordu ve bir bölümünü de zaten kazanmıştık.

Binboğalar’daki eğitimi daha sonra Rıza ve Yüksel’den dinledim. Dağda yürümekte ne kadar zorlandıkları ve Mihrac Ural’ın çocukça davranışları ikisinin de anlatımının ortak konusuydu.


Mihrac Ural aradan yıllar geçtikten sonra Binboğalar’daki askeri eğitimi ballandıra ballandıra anlatır. Bilinen şey, kendisine büyük bir rol biçer ve ek olarak da gerçekte orada bulunmayan benim dağda yürüyemediğimi ve beni sırtında taşıdığını da anılarına ekler!

Vallahi helal olsun! Uydurukçuluk işte böyle bir şey… Ben eğitimde yoktum ama adam beni sırtında taşımış! Kendisiyle henüz tanışmamız bile söz konusu değil…


1976 yılı sonlarında hiç hoşuma gitmeyen ama artık kaçınılmaz görünen ayrılık oldu. Ayrılan arkadaşlar daha sonra Devrimci Savaş adını alacaklardı. Tecrübeli eylem kadromuz da neredeyse tümüyle gitmişti.


Sonraki yıllarda bu ayrılığa baktığımda, bizim tarafta kalan bir kişi tarafından özellikle zorlandığını daha açık görüyorum. Kişisel geçimsizlikler, birbiriyle birlikte çalışamamalar daha sonra HDÖ ayrılığında da görülecekti.


1976 yılı böylece bitiyor. Harekete geçiyorduk artık… Adımız HDÖ idi.



http://thkp-c-acilciler.blogspot.com/2010/02/acilcilerde-1976-yl-3.html



Engin Erkiner - Yüksel Eriş, Öcalan ile görüşmüş müydü?


Hayır, görüşmemişti. Mihrac Ural bunun aksi yönde, Abdullah Öcalan’ı da şahit göstererek bir yazı yazmış. Yazılanın gerçekle ilgisi yoktur.


Abdullah Öcalan ve sonraki PKK’nin önde gelen kadrolarından bazı kişiler ile konuşan Cahit’tir. Abdullah Öcalan Ankara’da böyle bir görüşmeden söz etmiş, Mihrac da hemen atlayıp “mutlaka Yüksel’di” demiş, Yüksel’i tanımayan Öcalan da yanlış hatırlayarak onaylamış olsa gerektir.


Necati ve ben 1975 yılı sonlarına kadar esas olarak Ankara’da idik. Ben arada İstanbul’a da gidip geliyordum.


Yüksel, okulu bitirdikten sonra Ankara’da nadiren bulunurdu. Bu kentten giderken bildiği her çeşit ilişkiyi, örgütlü veya örgütsüz, görüşme ve hatta tanışma düzeyinde olan bilgilerini, ilişkileri bile bize devretmişti. Ne Abdullah Öcalan’dan ne de Kürtlerden hiç söz etmemişti.


Öcalan, 1974 yılında Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (AYÖD) çevresindedir. THKP-C ve THKO’da olduğu gibi, ilerde PKK adını alacak örgütün şekillenmesinde de Ankara’nın önemli payı vardır.


Biz de Ankara kökenli bir örgütüz ve bir süre sonra kurulacak UKO’yu (Ulusal Kurtuluş Ordusu) sadece isim olarak bilirdik. Herhangi bir temasımız olmamıştı. Bu örgüt daha sonra PKK oldu.


Bu yalanın amacı nedir?


Soru abes gibi görünebilir.


Mihrac Ural bu, yalan söyler, sen inanmayacaksın.


Yüksel, Öcalan’ı (ki o yıllarda kimsenin bilmediği bir isimdi) tanısa ne olacak, tanımasa ne olacak!


Mihrac’ın derdi kendini önemseteceği bir fırsat bulmak…


Apo, Yüksel’i tanırmış, ben ikisini de tanırım…


Yaaaa, gördünüz mü! diyecek…


Soytarı işte, ne yapacaksın…



http://www.enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=795:yueksel-eri-oecalan-ile-goeruemue-mueydue&catid=34:engin-erkiner




Engin Erkiner - Beni sarsan ölümler


Ölüm var, ölüm var. Silahlı propagandayı temel alan bir örgütün ilk kadrosu genellikle fazla yaşamaz. Bunu 1971’de silahlı eyleme geçenler de biliyorlardı. O dönemle ilgili olarak değişik kişiler yazdıkları kitap ya da makalelerde THKO ve THKP-C’nin ilk kadrosundaki insanlarda bulunan “biz fazla yaşamayacağız, ama arkamızda da bir şeyler bırakacağız” düşüncesi değişik şekillerde ifade edilmiştir.


Benzer bir duygu bizde de vardı, ama konuşulmazdı. O nedenle kendi adıma konuşup, “bende de vardı” demekle yetineyim. Fazla yaşayacağımı hiç zannetmiyordum. Bu nedenle olsa gerek hızlı bir hayatı seçtim. 1977’de 27 yaşına geldiğimde İleri’nin yazı işleri sorumluluğu, THKP-C’nin yayın organı Kurtuluş’un çıkarılmasında çalışmanın ötesinde ODTÜ’yü bitirmiş, yüksek lisans yapmış, üç yıl bir işte çalışmış, evlenmiş, çocuk sahibi olmuş ve ayrılmanın eşiğine gelmiş, kısa dönem askere gitmiş, arkada kuruluşuna benim de katkım olan bir örgütle Rus Devriminden Çıkan Dersler ve TDAS’ı bırakmıştım. Açıkçası artık ölsem de olurdu!


Anlaşılabileceği gibi beni sarsan ölümler, “keşke böyle olmasaydı” dediğim ölümlerdir. Bazılarımız ölecekti, bu kaçınılmazdı. Ama ölmek var, ölmek var. İki yoldaşın ölümü beni üzmenin ötesinde sarsmıştır. Keşke böyle ölmeselerdi! Bunlar Yüksel Eriş ile Ömür Karamollaoğlu’dur.


Aydın Ortaklar Öğretmen Okulu Müzik Bölümünü bitiren Yüksel, 1970’li yıllarda içimizde sanatın kitle örgütlenmesindeki işlevi konusunda bilgisi olan tek insandı. Toplantılarımızda arada bir bu konuda konuşur, sonra İlker ile benim boş gözlerle kendisine baktığımızı görünce daha fazla anlatmaktan vazgeçerdi. En azından benim o yıllarda bu konuda hiç fikrim yoktu.


1975’te 19 Mayıs törenleri için fon müziği hazırlaması yetkili zevat tarafından istenilince, o yıl Eurovision Türkiye seçmelerinde halk oyuyla birinci olan, sonra jüri tarafından bu birinciliği iptal edilen Ali Rıza Binboga’nın Yarınlar Bizim şarkısını seçmiş, ama kabul edilmemişti. O da ne yapsam diye düşünmüş ve bu kez Venceremos’u fon müziği yapmış ve kabul edilmişti. O yıl Aydın’da 19 Mayıs töreninin fon müziği Venceremos olmuştu. Anlaşılabileceği gibi yetkili zevat bu müzikten bir şey anlamadığından çalınmasını kabul etmişti.


1977 Ocak ayı. Malatya’nın birinci yıldönümü 26 Ocak için herkes bölgesine gitmişti ve birkaç gün sonra akşam üzeri radyoda evde patlayan bomba sonucu Yüksel Eriş’in öldüğünü ve yanında bulunan bir kişinin ağır yaralandığını duyacaktım. Beni İstanbul’a Yüksel getirmiş ve oradakilerle tanıştırmıştı. Onu Süreyya olarak tanıdıklarından ölümün bizimle ilgisi olduğunu başlangıçta kimse düşünmemişti. O akşam bir kadın yoldaşla randevum vardı. Yeri bile hatırlıyorum: Taksim parkının arka tarafı. Söyledim, ağlamaya başladı. Benim sinirlerim tepemdeydi. İlk defa böyle bir şey başımıza geliyordu.


Bir süre sonra olayın aydıntısını öğrendim: Lokumlar içinde fünye ile birlikte hazırlanıyor, daha şiddetli patlama olması için Yüksel onları ip ya da tel ile sıkı bir şekilde sarmaya başlıyor. Olur şey değil, olacak şey değil, içinde fünye bulunan lokumları sıkıştırmak...


Olayların o günlerdeki hızı içinde yaşadığım şok uzun sürmedi. “Patlayıcılarla uğraşırken çok dikkatli olun” diye herkese söylemiştim, ama bu işin söylemekle olmadığını görmek için fazla beklemek gerekmeyecekti.



İLLE DE DEVRİM


Altı ay kadar geriye dönelim. İlhami Soysal’ın bir yazısını okumuştum: Kendince o sırada bildiği devrimci grupları değerlendiriyor ve “ille de devrim” isteyen bir gruptan da söz ediyordu. Ona göre bunlar en hızlı ve en tehlikeli olanlardı.


Meğer bu grup bizmişiz. Ömür ve Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan birkaç yoldaş gece yazılamaya çıkıyorlar. Çıktıkları yer de İzmir Caddesi yani Ankara’nın ortası. Ellerini çabuk tutmaları lazım. Yazılamayı yapıyorlar, biraz boya kalıyor. Kısa bir şey yazıyorlar: İlle de devrim!


Ankara’da olay hemen “X Grubu”na mal edilmiş, böylece bir adımız daha olmuştu.


Mart ayı, 30 Mart eylemi... O sırada MHP’nin hükümette üç bakanlığı vardı: İçişleri, Eğitim ve Sağlık. Neden bu bakanlıkların tuvaletlerine fazla şiddetli olmayan bir patlayıcı bırakılmasın... Amacımız bu bakanlıklar ve dolayısıyla MHP’yi hedef göstermek, ilgisiz insanların yaralanması değil. Bu nedenle binaya ağır hasar verecek bir patlama gerekli değil.


Ömür üç bakanlığa da gitti. İçişleri girişinde arama var, o olmaz. Sonuçta diğer iki bakanlığın yapılmasına karar verildi. Öğle tatiline yakın bir saat olacak. İçerisi tenha olur. Saatliyi bırakıp çıkacak.


Bir de telefon ayarladık. Yaptıktan sonra telefon edip İstanbul’a bildirecek.


O gün bekle bekle telefon gelmez. Bir terslik olduğu belli de aklıma iki ay önce Trabzon’da yaşananın benzerinin yeniden gerçekleştiği hiç gelmiyor. Haberler, evde patlama, Ömür ölü, bir kadın yaralı...


Ayrıntıyı sonra öğrendim: Ömür her şeyi hazırlıyor, fünye lokum içinde, bir ucu da saate bağlanmış durumda, diğer uç boşta. Ama saat çalışıyor ve 12’ye gelip devreyi kapatarak duruyor. Sabah geç uyanıyor, aceleyle kalkıp lokumun öteki ucunu da saate bağlıyor ve...


Ondan sonra beni korku bastı. “Bir yere patlayıcı konulacaksa ben koyarım, kimseye vermem.” Açıkça korkuyorum, başkasına verirsem o da aynı şekilde ölecek diye.


Sonraki yıllarda sık sık askeri eğitim görmemiş olmamın hayatta kalmamı sağlayan faktörlerden birisi olduğunu düşündüm. 1976 sonlarında Maraş yakınlarında dağlık bir bölgede yapılan ve saatli düzeneği hazırlama ve patlayıcıların kullanılması eğitimine o sıra çok işim olduğu için katılamamıştım. Ömür de oradaydı Yüksel de. Ben de olsaydım belki bende de tehlikeli bir kendine güven duygusu yerleşirdi. Oysa insan patlayıcılarla bir kere hata yapabiliyor, ikinci kez hata yapabilme şansı kalmışsa gerçekten çok şanslı demektir.


Özellikle de bizim mücadelemizde ölüm kaçınılmazdır, insanlar ölür, ama böyle olmamalıydı.


İkinci kızımın adı Ömür’dür.



http://www.ozgurmedya.org/articledetail.asp?AuthorID=18&ArticleID=593




Engin Erkiner - Sakla samanı, geiİr zamanı!..


Yazmaya önce gayet edepli başlayayım. Yazının sonuna doğru başka bir ifade kullanacağım.


Efendim, arkadaşların anlattığını göre Mihrac Ural’ın son numarası şöyle imiş:

Malum, ben bir dönem İlker’in ablasıyla evliydim.

Beylerderesi olduktan sonra, bu kadın, bana, “Onları sen ihbar ettin! Sen katilsin!” demiş…

Bunun üzerine ben de onu sokağa atmışım!

Ah nerede o günler, nerede o günler kardeşim…

Keşke bana öyle bir şey deseydi…

Ne sokağa atması, kolundan tuttuğum gibi doğru avukata gider ve hemen boşanma davası açardım. Ortaklaşa boşanma davası hem de… İki taraf da istediğine göre dava hemen sonuçlanır.

Böyle bir şey söyledi mi, boşanmadan yan çizemezdi.

Utanmıyor musun sen, kardeşinin katiliyle evli kalmaya, derler adama, değil mi…

Ben zaten ayrılmak istiyordum ama kadın yanaşmıyordu.

O yıllarda da ayrılmak –taraflardan birisi istemiyorsa- hayli zordu. Sonra biraz kolaylaştı.

Kadın kesinlikle ayrılmaya yanaşmadığı gibi, büyük kavgalarımızdan sonra hemen haber yollayıp Yüksel’i bulur –Yüksel’i tanırdı- bizi barıştırmasını isterdi.

Yüksel de gelir, bana, “Sana bu kadınla yapamazsın demiştim ama dinlemedin. Şimdi mecburen çekeceksin. En azından bir süre daha…”

Ben de biliyorum bir süre daha çekmem gerektiğini ama tahammül edemeyip patlıyordum.

Devrimcilikle, siyasilikle hiçbir ilgisi yoktu.

Eskiden öyle gibi görünürmüş, gerçekte hiç ilgisi yoktu.

Neyse, kronolojiye geçeyim…

Nisan 1976’da ben Hacettepe Hastanesi Biyokimya Laboratuarındaki görevimden istifa ettim. Ankara’da kaldığımız ev polis tarafından basılmıştı. (Bunu Acilciler blogunda anlatmıştım). O da bir ay sonra Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki öğretmenlik görevinden istifa etti ve İstanbul’a taşındık. Bakırköy İncirli’de bir ev tuttuk.

Hemen o civardaki bir özel okulda iş buldu.

Sonraki aylarda büyük kavgalarımız oldu.

Eylül 1976’da Deniz doğdu.

Ve o yılın sonunda, Türkiye çapında çıkış yapmaya karar verdiğimiz için ben evden çıktım. Eşyaları bıraktım. Birkaç gereksiz eşyayı da yakınlarda oturan Ali Çakmaklı’nın yeni evlenmiş kardeşine verdim.

Kısa süre sonra da kendisine her türlü ilişkimizin bittiğini anlattım.

Reddetti. Edebilir ama sorun değildi. Ben açıkça konuşmuşum, ötesini kendisi bilir.

Bir evlilik taraflardan birisi için bitmişse, bitmiştir demektir.

“Ama resmen benimle evlisin” demişti.

Güldüm!

Yahu biz TC Anayasasını zor yoluyla değiştirme fiili içine girmişiz (146. maddede böyle yazar). Medeni Kanunu kim takar!

Ben açıkça konuştum mu, önemli olan budur.

Kabul edersin veya etmezsin, artık orası benim sorunum değildir.

Ve efendim, Mihrac Ural adlı zibidiye büyük bombayı patlatıyorum.

Ne büyük bombası yahu, üç büyük bomba patlıyor:

BİR: BU KADIN NEDEN YÜKSEL’E BİR ŞEY SÖYLEMEDİ?

Nedeni basit, çünkü kendisi bana böyle bir ithamda bulunmadı. Keşke bulunsaydı. Kimse ciddiye almazdı, bunu biliyordum. Bana da hemen boşanmak için fırsat çıkardı.

İKİ: 1977 BAŞINA KADAR AYNI EVDE KALDIK. İNSAN KARDEŞİNİN KATİLİYLE BİR YIL AYNI EVDE YAŞAR MI?

VE ÜÇ: SAKLA SAMANI GELİR ZAMANI, DEMİŞLER. ESKİ KAĞITLARIN ARASINDA BOŞANMA KARARIMIZI BULDUM.

MAHKEME İZMİR’DE GÖRÜLÜYOR. HAKİMİN ADI, KARAR NUMARASI, AVUKATIN ADI, HEPSİ VAR…

Kendisi mahkemede bulunmuyor. Avukat tarafından temsil ediliyor.

ŞİMDİ SIKI DURUN:

BOŞANMA DAVASI İÇİN BAŞVURU TARİHİ: 20.12.1982

BOŞANMA KARARI VERİLEN TARİH: 1.11.1983

Demek ki bu kadın, kardeşinin katili olan bendenizle Beylerderesi’nden sonra (1976) altı yıl daha evli kalmış. Yedi yıl sonra da boşanmış.



http://www.enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=817:sakla-saman-gelir-zaman-ne-buldum&catid=34:engin-erkiner




Engin Eriİner - Türkiye'de Sol Örgütler


Hüseyin Aykol’un, Bölüne Bölüne Büyümek – Türkiye’de Sol Örgütlerkitabının ikinci baskısından söz edeceğim.

Kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ortaya çıkan sol örgütlerden başlayarak 2000 sonrasındaki döneme kadar her örgüt hakkında tanıtıcı bilgiyi içeriyor. Kitabın sonunda Türkiye solundaki başlıca kişilikler de kısaca tanıtılıyor. Kitaba ek olarak bir de Çizelge veriliyor: Türkiye tarihindeki sol örgütlerde kim kimden doğdu?

Maşallah oldukça doğurgan bir solumuz var…

1977 sonlarında hapisteyken ülkedeki sol örgütlerin listesini çıkarmayı denemiştim. Galiba yüz tanesinin adını yazabilmiştim ama biliyordum ki, başkaları da vardı.

Sayı daha sonra iyice arttı. Bazı örgütler yıldız misali parlayıp kayboldular. Bazılarının hiç olmazsa hatırlanan bir adı kaldı.

Kitapta kısaca tanıtılan bazı sol örgütlerin adlarını ilk defa duyuyorum. Düşünün artık, ben bile ilk defa duyuyorsam, konuyla yakından ilgili olmayanlar kaçınılmaz olarak bu büyük çeşitlilik karşısında şaşıracaklardır.

Kitapta bazı örgütlerin tanıtımında eksikler var, ama normal. Bu ülkenin solundaki örgütleri tam olarak tanıyabilmek hangi faniye nasip olmuş ki! Adlarını saymak bile zor.

Yazar eski ve solun içinden birisi, belli oluyor.

Örneğin THKP-C Üçüncü Yol’un önemli kişilerinden birisinin jandarma teğmeni Hamza Yalçın olduğunu çok kişi bilmez. Ben biliyorum çünkü birlikte hapiste yattık. O, benden önce sahte tahliyeyle kaçtı. Bizim kaçtığımız grupta ise daha sonra yakalanıp idam edilen Ramazan Yukarıgöz vardı.

Böyle bir durum olmasaydı, Hamza Yalçın’ın adı bana da yabancı gelebilirdi.

Bu ülkenin devrimci hareketinde Acilciler’in adı kalmış. THKP-C kökenli silahlı mücadele örgütleri arasında Devrimci Sol’un dışında bir de Acilciler’in bugün bile hatırlanan bir adı kalmış. Bu unutulmazlığı bize en başta sağlayan teorimizdi. Yoksa Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği’ne, Eylem Birliği’ne göre biz daha küçük eylemler yapmıştık.

Kitapta Acilciler’e iki sayfa ayrılmış. Bölüm şöyle başlıyor:

“Sonraki yıllarda kısaca Acilciler olarak anılacak olan örgüt, 1974’te İlker Akman, Yüksel Eriş ve Engin Erkiner tarafından kuruldu.”

Bölümün son paragrafı ise şöyle:

“Acilciler’in 12 Eylül sonrasındaki tarihinin –Mihrac Ural’ın başını çektiği bölümü-, Suriye’nin istihbarat örgütü Muhabarat ile fazla içli dışlı olunduğu iddiasıyla çok sayıda militan tarafından benimsenmiyor. Acilciler, 1982’de büyük bir ayrılık daha yaşadı ve örgütten ayrılan kesim –kısa süre önce ittifak bildirgesi imzalanmış olan- TKEP’e katıldı. Benzer bir ayrılık, 1987 sonunda yapılan ilk kongrenin ardından, 1988 yılında da yaşandı.”

Geriye kalan yaklaşık iki sayfada ne yazılı olduğunu merak ediyorsanız, kitabı alır okursunuz.

Kitapta ayrıca HDÖ ve Devrimci Savaş da daha kısa olarak yer alıyor.

Kitaptan yapılan alıntılarda bilinmeyen bir şey yok denilebilir. Türkiye solunda Mihrac Ural’ın Muhabarat ile yakın ilişkisini bilmeyen mi var?

Bilmeyen varsa o da cahilliğine yansın denebilir ancak…

Zaten kitabın amacı da varolan bilgiyi derlemek olsa gerektir.

Bilemiyorum, sol bundan sonra daha ne kadar artar?

Şimdilik herhangi bir noktada duracak gibi görünmüyor.

Yeni bir örgüt mü kuracağız, iyi ama niye?

İnsanların örgüt kurmadan önce bu soruyu sormalarında yarar var.

Genel kuraldır: yeni kurulan örgüt altı ay-bir yıl kadar gelişir. İlk heyecan bittikten sonra zorluklar fazlasıyla kendisini göstermeye başlar. Aradan biraz daha zaman geçer ve örgüt söner veya dağılır. Belki adı kalır, bazen adı bile kalmaz.

Örgüt tarihin içinde kaybolup gitmişse mesele yok. Adı kalmışsa, mesele oluyor.

Örgüt çoktan tarihe karışmış ama adı kalmış. Çoktan beridir devrimcilikle ilgisi kalmamış birçok insan bu ada tutunarak yaşamaya başlar. Kimisi Mihrac Ural gibi sahtekarlığından tutunmaya çalışır, kimisi başka bir şeyi olmadığı için tutunur.

Ortak nokta ise, bu insanların bugününün ya da son on yılının olmamasıdır.

Bugüne ve geleceğe ait değilsen, otuz yıl önce ne yapmış olduğunun neden büyük önemi olsun?

Son otuz yılda dünyada ve ülkede çok şey değişti. Bu durumda, geleceğin geçmişin uzantısı olarak kurulması mümkün değildir.

Geçmişe saplanıp kalmışsanız, ondan kurtulamıyorsanız, dahası kurtulmak da istemiyorsanız, yaşayan bir ölüden fazla da farkınız yok demektir.

Türkiye’de Sol Örgütler her eve lazım denilebilecek bir kitap…

Orada geçmişimiz yazılı…

Bu ülkenin solunun geleceği olacaksa eğer, bunu ancak iyisiyle kötüsüyle geçmişini değerlendirip ondan koparak yapabilecektir.

Ve bunun için daha da bekleyeceğiz galiba…


Engin Erkiner - Türkiye'de Sol Örgütler



Engin Erkiner - Nebil Rahuma'yı Sermayeleştirmek


Nebil Rahuma sadece Acilciler içinde değil, kendisini tanımış olan değişik örgütlerden insanlar tarafından de sevilirdi. 12 Eylül darbesinden kısa süre sonra Adana’da Mihrac Ural’ın direktifiyle yapıldığı artık kesinlik kazanmış olan Ali Çakmaklı cinayetinden sonra, İstanbul’da, bu cinayete misilleme amacıyla kendi yoldaşları tarafından öldürüldü.


Nebil cinayetinin asıl nedeni budur, misillemedir. 1982’de bu durumu Mihrac Ural’ın kendisi bile kabullenmiş ve “Küçük burjuvalar komünistleri de öldürür” yazısında bunu açıkça ifade etmişti: Nebil, Ali Çakmaklı’nın öldürülmesine misilleme olarak öldürülmüştür…


Aradan 28 yıl geçti ve 2008 yılına gelindi.


Mihrac Ural’ın aklına Antakya’da Nebil için içi boş bir mezar yaptırmak geldi.


Karşımızdaki tipin çıkarı olmadan hiçbir şey yapmayacağını bildiğim için, “bakalım altından ne çıkacak?” diye bekledim.


Fazla beklemem gerekmedi.


Mihrac Ural, Nebil’i kendisi için sermaye yapmak istiyordu.


O’nu kullanarak Antakya’daki durumunu düzeltmek, Nebil’i kendi pisliklerini temizlemek için zımpara kağıdı niyetine kullanmak istiyordu.


Nebil’in mezar taşına kendi şiirini de koydurtmak istemiş, ama yaptıramamıştı.


Kısacası, Nebil’in içi boş da olsa mezarını ziyarete gelenler, Mihrac Ural’ı da göreceklerdi.


Esas niyet zaten buydu!


Öte yandan büyük bir tehlike göstere göstere geliyordu. Bu site yayına başlayalı birkaç ay olmuştu ve Mihrac’ın başka bir ismi arabulucu olarak kullanarak yaptığı “karşılıklı her şeyi durduralım, şimdiye kadar yazılanları da silelim” teklifini reddetmiştim.


O zamandan beri ciyak ciyak bağırıyor: Bana saldırıyorlar, bana saldırıyorlar diye…


Devrimcilerin katiline, Muhabarat ajanına, MİT işbirlikçisine saldırmayıp da ne yapacaktık!


Bir süre sonra beklenmedik bir gelişme oldu, Nebil Rahuma’nın bulunamaz sanılan gerçek mezarı Hasan Balcı tarafından bulundu.


Mihrac, gerçek mezarı arama çabasını Mehmet Yavuz vasıtasıyla saptırmak için elinden geleni yaptı, başarılı olamadı.


Bu Mehmet Yavuz zaten beceriksiz bir tip…


İnsan iyi yaptığı işle uğraşmalı ve başkalarının ayağının altında dolaşmamalı…


Kamyon gönder, komisyonunu al…


Ötesi sana birkaç numara büyük gelir…


Önce bilinen numarayı denediler: Nebil’i sermayeleştirmek ve karşı tarafı korkutmak için tehdit şantaj vb. vb. kullanıldı.


Tutmadı…


Biraz da iyi polis rolü oynayalım deyip yumuşak numaralarına büründüler.


Yine olmadı…


Çarpıtalım, dediler.


Geri zekalılara mahsus bir çarpıtma buldular.


Efendim, Nebil’in esas mezarı Antakya’da imiş…


Bak sen!


Bu sembolik mezar yapıldığında, herkesin de bildiği gibi, içi boştu.


Anlaşılan daha sonra Nebil, İstanbul’da yattığı yerden kalkıp, yol uzak olduğu için de otobüse binip, gelip bu mezara yatmış!


Bir insan iyice çaresizleşince, ne yapacağını bilemiyor demek ki…


Bu iş bitti…


Antakya’da Nebil’i sevenler, içi boş bile olsa, sembolik olarak bu mezara gelip anarlar.


Bunda kötü bir yan yok…


Bizim sorunumuz Nebil Rahuma’nın Mihraç Ural’a kazanç getirecek bir sermaye olarak kullanılmasını engellemek idi.


Bu da büyük oranda sağlanmıştır.


Bu arada Nebil’in Mihrac Ural için söylediklerinin çarpıtılmaya çalışılması çabası da aralıksız sürdü.


“Beni Mihrac Ural yakalattı. Onun el yazısıyla bana getirilen pusula sonucu yakalandım. Hem de iki kere… Adana eyleminde gözcüydü, bırakıp kaçtı.”


Nebil’i sermaye olarak kullanmak isteyen Mihrac Ural için Nebil’in sözleri yenilir yutulur şeyler değildi.


“Biz o zaman pusula kullanmazdık” dedi.


Mehmet Avan, kendisine bizzat Mihrac tarafından pusulayla iletilen direktifleri açıkladı.


Gıkını çıkaramadı.


O günden beri, bazen kendisi bazen de Mehmet Yavuz aracılığıyla Nebil’in aktarılan sözlerini çarpıtmaya çalışıyor. Ama bir türlü başaramıyor.


Başaramaz da…


Kabzımallar, komisyoncular, dolandırıcılar…


Ellerinizi Nebil’in üzerinden çekin…


Nebil Rahuma politik bir insandı.


Sosyalizm için savaşmış bir insandı.


Sizler ise politik insanlar değilsiniz.


Yıllardır politik hiçbir faaliyetiniz olmadı. Göstermelik olarak bile olmadı.


Aklınız fikriniz çıkar elde etmekte, bu amaçla Nebil Rahuma’yı sermayeleştirmektedir.


Yemezler, size de yaptırmazlar.


Nebil Rahuma, O’nu kullanmayı düşünmeyen, buna ihtiyacı da olmayan insanların desteğinde bu ülkenin devrimci hareketindeki onurlu yerini almıştır.


Nebil Rahuma, Mihrac Ural ile ilişkili birisi değildir, olmamıştır.


Nebil’i Nebil yapan yer İstanbul’dur.


Bu kentte O’nunla birlikte oldukça büyük eylemlere girdim.


Bunları da tarihe not düşmek, Nebil’in eylemlerini anlatmak için yaptım.


Başka bir bölgede görevli olsaydım, Nebil’i hiç tanımayabilirdim de.


1974 sonlarındaki ilk iş bölümümüze göre, Yüksel İstanbul’a ben Adana’ya gidecektim.


Hatta bu amaçla Adana’ya gidip, üniversitede örgütlediğimiz bir kişinin evinde birkaç gün kalıp, bazı ilişkilerle de tanışmıştım.


Sonra, İstanbul’un büyük önemi, şehir gerillasının ana kenti olacağı düşünülerek, benim gitmem daha uygun bulundu.


Yüksel, İstanbul’daki ilişkilerini bana tanıştırdı.


İlker Doğu’ya, Necati, ki o zaman örgütteydi, Ege’ye, Yüksel Karadeniz’e, ben İstanbul’a gittim. Yüksel daha sonra bir ilişki bulup Antakya’ya da gidecekti (1976 yazı).


Rastlantıdır. Ege’ye ben de gidebilirdim.


Belki o zaman Nebil ile hiç tanışmazdım da..


Böyle olsaydı, bugünkü durumumda bir eksiklik mi olurdu?


Hayır!


Kimsenin üzerinden prim yapmaya kalkmadım. Buna ihtiyacım da olmadı.


Sen debelenmeye devam et Mihrac…


Etmek zorundasın, başka çaren yok…


Ve artık hiçbir başarı şansın kalmadı.


Eskiden bütün devrimci harekete oynuyordun, ama çabuk kaybettin.


Sonra eski Acilciler’e oynamaya başladın, ama beceremedin.


Şimdi Antakya’daki küçük bir çevrede sıkışıp kaldın.


Orada bile sillemizi yemekten kurtulamadın.


Sadece biz değil, bu ülkenin devrimcileri, Nebil Rahuma’yı sana sermaye yaptırmazlar…



Engin Erkiner



http://nebilrahuma-tarih.blogspot.com/2010/10/nebil-rahumayi-sermayelestirmek.html




Engin Erkiner - Acilciler ve Ankara'dan doğuş...

1975 yılı Ankara ilişkilerini anlatmamışım.

Bunu anlatmak, örgütün başlangıç dönemindeki ciddiyet ve titizliği göstermek açısından önemlidir.

Önceden de sözünü etmiştim; ilk dönemin yönetici kadrosu dört kişiden oluşur: İlker, Yüksel, ben ve Necati. Yüksel dışında hepimiz aynı okuldandık, ODTÜ.

Hasan Basri de ODTÜ’lüdür. İlker ve ben Hasan Basri’yi tanırdık, ama Necati tanımazdı.

İşi yoksa neden tanısın?

Ben de Yusuf Ziya Güneş’i hiç tanımadım, ki o da aynı okuldanmış.

İşim yoksa neden tanıyayım?

Burası Ankara, herkes herkesi tanımazdı.

Ömür, İlker’i hiç görmedi.

Rıza, Ömür ve başka yoldaşların okudukları Basın Yayın Yüksek Okulu’ndaki örgütlenme Necati’ye bağlıydı. Bir de beni tanırlardı.

Rıza da İlker’i tanımazdı.

En azından 15 Temmuz 1975’de ben kısa süreli olarak askere gidinceye kadar tanımazdı.

Bir ay kadar sonra AYÖD’de Rıza ile Devrimci Gençlik taraftarları arasında kavga çıkar. Kapışma büyüme tehlikesi gösterir ve Rıza Ankara’dan bir süreliğine gönderilir.

Bu arada İlker ile karşılaşmış ise karşılaşmıştır, ama sanmıyorum.

Ağustos 1975’de TDAS bırakın yazılmayı, teksirle basılmıştır ve dağıtılmaktadır.

Beylerderesi’nden sonra Genel Komite’ye iki yeni kişi alındı. Birisi artık Ankara’ya dönmüş olan Rıza idi ve Yüksel’i de ancak o zaman tanıdı.

Burası Ankara, herkesin birbirini tanıdığı bir yer değildi.

Ben askerde iken Gülten Çayan grubu ya da yurtdışı grubu ile görüşen, onlara TDAS’ı veren İlker ile Necati’dir. (Ağustos 1975).

Okudular, kendi aralarında konuştular, kabul ettiler ve birlikte çalışmaya karar verildi. Ben de Yüksel de bu grupla ancak bundan sonra tanıştık.

Grubun varlığını ve ilişkimizin iyi olduğunu biliyorduk ama tanışmamız daha sonra oldu.

Bunları yazarken aklıma geldi: Hasan Basri’yi anlatacağım demiştim, değil mi?

Hasan Basri’yi tanıyan ve yaşayan sadece ben varım.

Kısa sürede anlatmam gerek…


Engin Erkiner - Acilciler ve Ankarada'dan doğuş..




ENGİN ERKİNER - ACİLCİLER'İN ÖTEKİ YÜZÜ (1)

Bugüne kadar Acilciler’in olumlu özelliklerinin de ötesinde, ülkemiz sosyalist hareketinin genel ortalamasının üzerinde olan özelliklerinden söz ettik.


Bu özelliklerin başında teorik düzeyimiz geliyordu. 1975-80 döneminde sol harekette yüzlerce broşür yazıldı. Bunların büyük çoğunluğu –dönemin koşulları gereği- illegal olarak yayınladılar. Büyük çoğunluğu unutulup gitti. Dönemleri geçtiği için belki yazanların aklında bile kalmadı. Acilciler’in adlarını da aldıkları Türkiye Devriminin Acil Sorunları (TDAS) broşürü ise, yayınlandığı 1975 yılından bugüne kadar geçen 36 yıl boyunca kaybolmadı. Hemen herkes bu broşürün adını bir şekilde duydu, bir bölümü de okudu. THKP-C ile ilgisi bulunmayan ve değişik örgütlerde yönetici konumda bulunan bazı kişilerin bile bu broşürü okuduklarını biliyorum.

Acilciler adının bugün hala hatırlanmasında bu broşürün önemli payı vardır.

TDAS’a bu ölçüde kalıcılık sağlayan birinci özellik, geniş, o döneme göre çağdaş olmanın ötesinde, geleceği de belirli oranda doğru görebilen bir emperyalizm tahliliydi.

İkinci özellik ise, Latin Amerika’daki gerilla savaşları tarihini kapsamlı olarak sunması ve değerlendirmesiydi.

TDAS, bu nedenlerle tarihsel bir belgedir ve sol tarihte unutulmayan yayınlar arasındaki yerini şimdiden almış durumdadır.

Türkiye solunun tarihinde çıkmış bütün yayınların arşivini olabildiğince eksiksiz yapmaya çalışan kurumlara sorduğumda, TDAS’ın zaten ellerinde bulunduğunu öğrenmiştim. Bu da memnunluk verici bir olaydır.

Şunu da önemle belirtmek gerekir: TDAS’ın sahip olduğu kalite, ona kalıcılık sağlamıştır. Ama, bu örgütün savaşan insanları olmasaydı, TDAS da sonuçta bir broşür olarak kalırdı. Bir hareketin adını bu broşürden alması, o harekette savaşanların sayesinde olmuştur.

Acilciler dışında hiçbir isim tutmadı. Ne Devrim Savaşçıları tuttu, ne de Halkın Devrimci Öncüleri…

Herkes bu örgütleri Acilciler olarak bilirdi.

Bu ismi biz seçmedik. Bize takılan bir isimdi. Başka isimler konusunda biraz ısrar ettik, ama sonuçta bu ismi kabullenmekten başka çaremiz kalmadı.

Teori dışında bu ismi bu derecede tanınmış kılan başka faktörler de var.

Aramızda yüksek okul mezunu olanlar çoğunlukta olmasalar bile dikkat çekecek kadar vardılar. Daha önemli bir nokta, kadınların rolüydü. Bunu bana, aradan yıllar geçtikten sonra Kurtuluş’tan bir kadın söylemişti: “Sizde çok kadın vardı ve üstelik sorumlu yerlerdeydiler.”

Doğru… İstanbul’da iki bölge sorumlusunun ikisi de kadındı.

Ömür, İç Anadolu bölgesi sorumlusuydu.

Her devrimci örgütte kadınlar vardı ama yönetici düzeyine yükselemiyorlardı.

Bu nedenle, örgütün büyüklüğüne göre kadınların bizde daha fazla rol oynadığını söyleyebiliriz.

Bu durum basının bize daha da büyük ilgi göstermesinin nedenlerinden bir tanesidir.

Dikkat çekici bir durum var ve basın da allayıp pullayarak, uydurarak da olsa adımızı her tarafa yayıyordu.

Acilciler’in bir dönem en tanınmış kişisi Hürriyet’in ürettiği Bombacı Leyla’dır.

THKP-C’den sonra silahlı mücadeleye başlayan ilk örgüt olmamıza karşın, askeri olarak büyük eylemler yapamadık. Ne Devrimci Sol gibi Gün Sazak gibi önemli bir hedefi ortadan kaldırdık, ne de MLSPB gibi MHP İstanbul İl Başkanı Recep Haşatlı’yı… MLSPB’den ayrılan ve bugün adı bile pek hatırlanmayan THKP-C Savaşçıları adlı örgüt bile, 12 Mart döneminin işkencesi İstanbul Birinci Şube Müdürü Ilgız Aykutlu’yu ortadan kaldırmıştı. Bizim bu düzeyde bir eylemimiz olmadı.

Çok aradık ama yeterli istihbarata ulaşamadık ya da Nihat Erim örneğinde olduğu gibi geç kaldık.

Askeri olarak en büyük eylemimiz İstanbul’da Intercontinental (Marmara Etap) otelinin kurşunlanmasıdır.

Silahlı eylem düzeyimizin oldukça üzerinde tanınıyor olmamızın öteki nedenleri arasında örgütün yaygınlığı da sayılmalıdır. Biz “tek operasyonluk örgüt” değildik. Ağır darbeler yedik, ama teorik düzeyimiz sayesinde kendimizi yeniden üretebildik.

Bir bölgeye TDAS’ın gitmesi, orada Acilciler’in ortaya çıkması için yeterliydi.

Bu açıdan hareketle, küçük bir örgüt olmadığımızı söyleyebiliriz. Küçük ile orta büyüklük arasında bir örgütlenmeydik.

Acilciler’in bir de öteki yüzü var ya da hiç de iyi olmayan başka bir yüzü daha var.

12 Eylül sonrasındaki ilk dört sol içi cinayet bize aittir.

Adana’da bir İGD’linin öldürülmesi. Serdar mı öldürdü Süleyman mı öldürdü, olay planlı mıydı yoksa kendiliğinden mi gelişmişti; bu noktalar karışıktır. Ama bu durum örgütü değiştirmiyor: HDÖ.

Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi, Nebil Rahuma’nın öldürülmesi (HDÖ), Müntecep Kesici’nin öldürülmesi…

Acilciler’in 12 Eylül sonrasındaki tarihi rezil bir tarihtir, kirli bir tarihtir.

Mamak’taki direnişte Acilciler’in ve HDÖ’nün önemli rol oynaması, yankısı her taraftan duyulan Paris ev işgalleri gibi eylemler bu kirliliği ortadan kaldırmaz.

Bu düzeyde bir kirlilik 12 Eylül’den sonra birdenbire ortaya çıkmış olamaz. Öncesi vardır.

Acilciler başka bir ülkenin gizli servis elemanının içlerine sızdığı devrimci hareketteki tek örgüt olsa gerektir.

MİT bütün devrimci örgütlere sızmak için çabalamış, şu veya bu düzeyde sonuç da almıştır. Bu durum bütün ülkelerin devrimci hareketlerinde görülür. Ama başka bir ülkenin gizli servisinin devrimci bir harekete sızması kolay rastlanılacak bir durum değildir.

Muhabarat, Mihrac Ural vasıtasıyla erken yıllardan (1976 ortası) beri Acilciler’in içinde olmuştur. Burada Antakya örgütlenmesinin büyük kusuru vardır. Öncelikle onların fark etmesi gerekirdi. İç ilişkilerin sınırlı olduğu gizli bir örgütte aynı bölgeden olmayanların durumu fark etmesi kaçınılmaz olarak zaman alacaktır.

Antakya küçük yer, herkes birbirini tanır ve kimin ne yaptığını da bilir.

Daha açık belirtmek gerekirse; Mihrac Ural’ın dernekteki Yıldız adlı bir kadınla ters ilişkisinin bile bilindiği yerde, gizli saklı hiçbir şey yok demektir.

En azından bir şeyler sezilmiştir, ama şu veya bu nedenle arka plana atılmış ve “kol kırılıp yen içinde” kalmıştır.

Devrimci bir örgütte böyle şey olamaz.

Zaten herifin verdiği zarar da Antakya ile sınırlı kalmamıştır.

Bölgeler arasındaki bilgi akışının kötü olması bize pahalıya mal olmuştur.

Mihrac Ural’ın MİT ile işbirliği de ayrı bir konudur.

1978 Mart darbesinde yakalananların bu darbenin üzerinde durmamaları bize pahalıya mal olmuştur. Bu öyle bir darbeydi ki, polis değişik illerde örgütün bir ucundan girmiş öteki ucundan çıkmıştır. Darbenin başkahramanı Mihrac Ural’ın nerede ve ne zaman yakalandığı bile yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Polisle yaptığı açık işbirliği, bu nedenle polis tarafından ifadesinin düzenlenmesi ve “büyük kahraman” olarak örgüte lanse edilmesi de yıllar sonra anlaşılabilmiştir.

1978 operasyonunda yakalananların önemli bir bölümü o güne kadar görmedikleri Antakya’ya götürülürken, Mihrac Ural’ın bunların arasında olmaması nedense kimsenin dikkatini çekmiyor.

Aradan 30 yıl geçtikten sonra Mihrac Ural’ın Antakya’ya götürülüp götürülmediğini özel olarak soruyoruz ve ancak o zaman götürülmediğini öğreniyoruz.

Daha doğrusu, 1978 operasyonu sırasında Antakya’ya götürülenler Mihrac Ural’ı orada görmemişler. Yani ya götürülmemiş ya da gizlice götürülmüş…

Sadece bu bile herifin polisle işbirliğini ortaya koyuyor ve o yıllarda bu bilgiyi hiç kimse bize iletmiyor.

Bu içe kapalılığın Mihrac Ural adlı ajan tarafından nasıl kullanıldığını ve ne kadar zarar verdiğini bugün açık olarak görebiliyoruz.

Aradan bu kadar uzun zaman geçtikten sonra…

Son derece garip olan, biz konunun üzerine eğilinceye kadar, çok sayıda kişinin 1978 operasyonundaki garip olaylara hiç dikkat etmemiş olmasıdır.

Gazete haberlerine göre herif Samsun’da yakalanıyor.

Biz ise onun Ankara’da yakalandığını biliyorduk.

Herkesin nerede ve ne zaman yakalandığı bellidir, sadece Mihrac Ural’ınki karışıktır ve bunun da nedeni olsa gerektir.

Bursa’dan hiç söz etmemişti.

Bu kentte genelev önünde polis tarafından çekilmiş fotoğrafının bulunduğunu söyledik.

Kabul etmek zorunda kaldı…

“Ağır işkence gördüm. İşkencede her yanım parçalandı” derdi.

İstanbul’da tutuklandı.

Gayrettepe’deki emniyet müdürlüğünden savcılığa giderken başka devrimcilerle birlikteydi.

Onlardan birisini bulduk ve Mihrac Ural’ın “kazık gibi” olduğunu bize iletti.

Adı bizde var. Çalıştığı meslek nedeniyle açıklanmasını istemedi. Hangi örgütten olduğunu da biliyoruz.

“Nasıl işkence gördün, biraz anlatsana” dedik, “şalterli elektrik işkencesi”nden söz etti.

Bir de kaba dayak yemiş, falaka yok…

Olsaydı, “senin ayaklarında hiç iz yoktu” diyeceğimizi bildiği için orasını atlıyor.

Zamanında hepimiz ayakta uyumuşuz, işin gerçeği böyle…

Ama Antakyalılar ve hele de 1978 operasyonunda yakalananlar fazlasıyla uyumuşlar.

Zamanında biraz daha dikkatli olabilseydik, içimizdeki hain daha o zamandan açığa çıkarılmış olurdu.

Devrimci geçinen birisinin böyle şeyler yapabileceğini, polisle anlaşabileceğini düşünemedik.

Bizimkisi resmen safdilliktir, başka bir şey değil…

Mihrac Ural’ın daha Türkiye’de iken bile devrimcilikle ilgisi yoktu.

Nitekim Mihrac Ural, hapisten kaçar kaçmaz paçasını kurtarma derdine düşmüş ve hemen başka ülkeye gitmiştir.

“Merkez Komitesi gitmem için zorladı” söylemi uydurmadan ibarettir.

O dönem MK diye bir organ yoktu ki, onu zorlasın.

Cebine para girsin diye yoldaşlarımızı sorumsuzca ölüme göndermekten kaçınmamıştır.

Mihrac Ural’ı bir halt zannedenler, onun isteklerini yerine getirmek için militanların hayatını da hiçe saydılar.

TKP’nin Antep’te faşistlerle silahlı çatışmalarda sivrilmiş bir üyesi, aradan yıllar geçtikten sonra, bana, 12 Eylül 1980’den sonra yapılan ve iki Acilci’nin, Yaşar Enliçay ile Cuma Özarslan’ın ölümüyle sonuçlanan kuyumcu soygununu anlatmıştı.

“Bu kadar acemice bir eylem görmedim ve size de yakıştıramadım” demişti.

Para bulmak için militanların hayatı hiçe sayılarak alelacele girilen bir eylem…

Altınlar gelsin ve Suriye’de Mihrac Ural’a ulaşsın…

Bunun bir bölümü de Muhabarat’a dağıtılacak tabii ki…

Örgüt tarihimizde o kadar kamulaştırma işi yapıldı, ama hiç birisinde böyle bir fiyaskoyla karşılaşılmamıştı.

Sorumsuzluk, başka bir şey değil…

Para gelsin de, kimin öldüğü önemli değil!

Tüccar zihniyeti örgüt içinde daha önce de varmış.

Bunun bilinen ilk örneği, 1977 yılı Temmuz’unda Antakya’da parayla satın aldığım dinamitlerdir. Bu dinamitler aslında depo soygunundan elde edilmişler. Mihrac Ural örgüt içi ticaret yaparak dinamitleri bana satıyor. Para da, söylenildiğine göre, ablasının düğün borçlarını kapatmak için kullanılıyor.

Burada önemli olan örgüt içi ticarettir. Buradan alınan paranın hangi kişisel amaçla kullanıldığı değil…

Antakya’daki örgüt üyeleri bu Ural’lar çetesine bir şey söylemezlerse, dışarıdan olanlar durumu nereden bilsinler, öyle değil mi?

Suriye’de durum çok çabuk açığa çıktı.

Herkes bir aradaydı, illegalite çok sınırlıydı ve Muhabarat ile yakın işbirliğini görmemek için insanın kör ya da aptal olması gerekirdi.

Bu durumu bırakın bizim insanlarımızı başka örgütlerden insanlar bile gördüler.

Suriye gizli servisi Muhabarat’a ülkeye gelen Türkiyeli devrimciler hakkında bilgi ve rapor veriliyor…

Bu, devrimci bir örgütün yapacağı iş midir!

Acilciler örgütü Muhabarat’ın uzantısı haline gelmişti.

Suriye’de de Müntecep Kesici ile başlayan örgüt içi cinayetler birbirini kovaladı.

1982’de ben Avrupa’da bir grupla birlikte ayrıldım. Kısa süre sonra Suriye’de ayrılan arkadaşlar da bizimle birlikte hareket etmeye karar verdiler.

1982-1987 arasında çok kişi tek tek ya da küçük gruplar halinde örgütten ayrıldı.

1988’de büyük bir ayrılık yaşandı ve örgüt fiili olarak bitti.

Örgüt 1987 sonunda ilk ve son kongresini yapmıştı.

Kongreye katılanların ve oluşturulan merkez komitesinin büyük bölümü kısa sürede örgütle ilişkisini kesti.

Burada kalmak, pisliğe bulaşmak anlamına geliyordu.

Burada kalmak, bir şekilde Muhabarat’ın uzantısı olmak anlamına geliyordu.

Mihrac Ural örgüt mallarını zaten gaspetmişti ve ömrü kısa süren MK’nın “mallar satılacak” kararını da dinlememişti.

Suriye’de arkasında Muhabarat vardı ve herifin devrimcilikle, sosyalistlikle zaten herhangi bir ilgisi yoktu.

Sonraki yıllarda fırsat buldukça örgütün tarihsel mirası üzerinde tepinmekten geri durmadı…

Herkesi tehdit etti, ortalığa pislik saçtı ve susturdu.

Ta ki, aradan 25 yıl geçtikten sonra, 2007’de, birisinin ortaya çıkıp, “sen kimsin ulan” demesine kadar…

Bu durumun açıkça ortaya çıkarılması neden bu kadar uzun sürdü?


Bunu da gelecek yazıda ele alacağım.


Ergin Erkiner - Acilciler'in öteki yüzü (1)



ENGİN ERKİNER - ACİLCİLER'İN ÖTEKİ YÜZÜ (2)

“Tarihte ilk defa oluyor” gibi büyük bir laf etmeyeceğim, ama olanın ender rastlanan bir olay olduğu açıktır.

2007 yılında Mihrac Ural ile kapıştığımda, Acilciler’den ayrılalı 25 yıl olmuştu (1982-2007).

Aradan çeyrek yüzyıl geçmiş!

İbrahim de örgütten 1988’de ayrılmıştı. Bu kapışmaya 2008’de başında ya da 20 yıl sonra katıldı.

Örgütten 20-25 yıl önce ayrılmış insanların, o zamandan beri kendisini “genel sekreter” sanan bir tipe karşı mücadeleye girmeleri ve gerçek çehresini açığa çıkarmaları olacak iş midir?

Normal koşullar altında, bu örgütteki insanların benim ancak adımı hatırlamaları gerekirdi, o kadar.

Normal koşullar altında, “genel sekreter” ünvanını taşıyan bir şahsın, örgütten 25 yıl önce ayrılmış birisine savaş açmaması gerekirdi.

Sadece bunlar bile, bu 25 yıl boyunca hiç de normal olmayan gelişmelerin yaşandığını gösterir.

Ağustos 1982’de bu insanlarla her türlü ilişkimi kestim.

Birlikte ayrıldığımız arkadaşlara da üstüne basa basa söylemiştim: “Bu insanlarla uğraşmayın. Kendinizi yeniden üretin ve başarılı olun. Bunlar bu işi götüremezler ve herkes de sizin ne yaptığınıza bakıyor olacak.”

Arkamda bıraktığım örgütteki psikolojiyi gayet iyi anlamış olduğum sonraki gelişmelerle ortaya çıktı. Normal olarak kimsenin benimle ilgilenmemesi gerekirdi, ama biliyordum ki, herkes benim ne yaptığıma bakıyordu. Hem ayrılmıştım hem de insanlara gidebilecekleri bir yer göstermiştim. Bundan gerisine artık kendilerinin karar vermesi gerekiyordu.

1988 yılında yaşanılan Paris merkezli ayrılığa kadar, Acilciler adını ne konuştum ne de yazdım. Dahası, TKEP içinde Mihrac Ural’ın ağzı köpürerek yaptığı saldırılara cevap verilmesi anlayışına da karşı çıktım. Bırakın debelene debelene gebersin…

1988 sonrasında da Acilciler beni ilgilendirmedi. Suriye’de yapılan pislikler ayyuka çıkmıştı ve böyle bir örgütle ilgilenmeye gerek de yoktu.

2000 yılında Rıza’dan bir çıkış geldi. Yazın dergisinde “benim yıldönümlerim” başlıklı bir yazı yazmıştım. 2000 yılı, örgütlü devrimciliğe başlamamın 30., TDAS’ı yazmamın 25., hapisten kaçmamın ise 20. yılıydı. Böyle yuvarlak sayılı yıldönümleri her zaman denk gelmezdi.

Bir arkadaştan Rıza’nın “TDAS ortak yazılmıştır” diye itiraz ettiğini duydum.

Bak sen!!

Altından kalkamayacağı bir cevap verdim.

Bütün uydurmalarda olduğu gibi genellemeden hareket ediliyor, ayrıntıya girilmiyordu.

Kim kim ortak yazmış mesela!

Sen ne İlker’i tanırdın ne de Yüksel’i…

Yoksa sen de mi vardın o ortaklık içinde!

Bazı insanlar sürekli reklam yapmaya alışmışlar. Reklam yapmayanı, buna ihtiyacı da olmayanı ise yanlış değerlendiriyorlardı.

Burada yaygın olan bir örgüt anlayışını da görüyorduk…

Her zaman söylerim: TDAS’ı yazarken, metin içindeki değişik saptamaları sürekli olarak insanlarla tartıştım. İlker ile de, Yüksel ile de, Necati ile de…

Zaten başka türlü nasıl olabilirdi?

Burası Hacı Baba Tekkesi değil…

Ben de tekke şeyhi değildim.

Ben yazarım ve örgüt yayını olur!

Böyle bir şey olamaz.

Aynı yazım tarzı, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz’de de izlenmiştir.

İlker bu broşürü yazarken en fazla benimle tartıştı. Nedeni, ikimiz de Ankara’da idik.

Başka türlüsü de olamazdı.

İlker broşür yazar ve bu da örgüt broşürü olur!

Burası Hacı Baba Tekkesi değil!

İlker de Dede değildi…

Sonuçta o broşürü İlker yazmıştı. TDAS’ı benim yazdığım gibi…

Devrimcilerin arasında ne yazık ki yaygın bir durumdur: klasiklerin –o da hepsi değil- dışında kitap okumazlar. Sosyal araştırmaları okumazlar.

O araştırmaların giriş bölümlerinde uzun uzun bazı insanlara kitabın yazım sürecinde yazarla yaptıkları tartışmalardan dolayı teşekkür edilir. Ama kitap onu yazanındır, ortak yazılmış değildir ve bu da yıllardan beri normal olan bir durumdur. Kitaba yöneltilen eleştiri de yazana yöneltilir.

Diyorum ya, bilgisizlikle uğraşmak zor, insan resmen sıkılıyor.

Bunların dışında 1982 yılından beri Acilciler ve HDÖ’de kimin ne yaptığıyla ilgilenmedim. Bu arada da TKEP’te gösterilen büyük başarının ötesinde, sosyalist hareket çapındaki insanlardan birisi durumuna gelmiştim. Benim için asıl önemli olan da zaten buydu.

2005 veya 2006 yılında Ankara’daki bir arkadaş benden mesaj istedi. Eski Acilciler ve HDÖ’lülerin bir bölümü birlikte yemek düzenlemişti ve mesaj da bunun için isteniyordu.

Yazıp gönderdim. Mihrac ve Rıza da mesaj göndermişler, ancak ikisininki de okunmamış…

Mihrac’a alınan tavrı anlamıştım da Rıza’ya da tavır alınması benim için yeniydi.

Nedenini merak etmedim, aslında tahmin etmek de zor değildi.

Bir şeyi savunuyorsanız, yaparsınız. 25 yıl halk savaşından söz edip de herhangi bir şey yapmamışsanız, insanlar doğal olarak tavır alır.

Muhtemelen başka nedenler de vardı.

Bir yıl kadar sonra Özgür Medya sitesi kuruldu ve kurucu arkadaşlar beni de yazmaya davet ettiler. Mihrac ve Rıza’ya ise yer verilmedi.

Rıza, bildiğim kadarıyla herhangi bir karşı tavır geliştirmedi. Mihrac ise pek celallendi.

Birkaç ay sonra okur çevresinin örgütün kuruluşu, geçirdiği aşamalar ve 1982 ayrılığı hakkında bilgisinin oldukça az olduğunu gördüm ve bunları anlatmaya başladım.

Bu da garip bir durumdu…

1982’nin üzerinden 25 yıl geçmişti. 1980’li yıllarda, çok kişinin hapishanede bulunduğu yıllarda değildik. Ama 1990’lı yıllarda bilgi edinmiş olmaları gerekirdi.

Öyle olmamış…

Ya da şöyle denilebilir: Mihrac Ural 1982 ayrılığı hakkında herkese bilgi vermişti, ama hiç inandırıcı değildi.

Tıpkı HDÖ ile halk savaşı meselesindeki tartışmada yazılan yazıların hepsini ben yazdım dediği gibi…

Bir adama bakıyorsun, bir de yazıya bakıyorsun. Adamın teorik düzeyi ortada ve bu yazıları o yazmış olamaz…

Nitekim önceki yazılarda da ortaya konuldu: Cephe’nin içinde Öncü Savaşının politik Sanatı yazısının da yer aldığı ve Nisan 1980’de İstanbul’da yayınlanan sayısını bırakın görmeyi, duymamış bile…

Lider ne de olsa, böyle basit şeyleri duymasa da olur!!

Peki bu bilgiyi neden benden istiyorlardı?

Birinci nedeni bilmek kolay: devrimci hareket çapında bir isim durumundaydım, dolayısıyla benim söyleyeceklerim herkesinkinden önemliydi.

İkincisi ise, serzenişti: “sen gitmeseydin bu örgüt de bu duruma düşmezdi” deniliyordu.

O dönem hapishanede olan ve ne zaman tahliye olacağı belli de olmayanlar için bir şey söyleyemem. Ama dışarıda olan ve Mihrac Ural’ın çirkin çehresini, örgütün bir Suriye örgütü haline dönüştürülmesini görmeyen daha doğrusu görmek istemeyenler için söylenecek çok şey var…

Söylemenin en iyi yöntemi de onları kaderleriyle baş başa bırakmaktı.

Nitekim 1982’de bizim tutumumuza şiddetle karşı olanlar, 1988’deki büyük ayrılığa kadar birer ikişer örgütü terk ettiler.

Ek olarak, Suriye’de Mihrac Ural ile mücadeleye girecek kadar akılsız da değildim.

Suriye’de ülkenin gizli servisi Muhabarat ile mücadeleye giriyorsunuz ve bunu kazanmanız da mümkün değil.

Mihrac Ural’ın Suriye dışındaki bir mücadeleyi kazanması mümkün değildi ve kendisi de böyle bir mücadeleye asla girmedi.

Ağustos 1982’de Avrupa’daki ayrılıkta bu zatın gelmesini bekliyordum.

Mihrac Ural hiç başka bir alanda mücadeleye girer mi…

Tutunamayacağını biliyordu. Bu nedenle kepaze olmamak için Salih ile Zafer’i gönderdi. Bu garibanlar da neye uğradıklarını şaşırmışlardı…

2007 yılı başlarında Mihrac Ural’ın saldırısı başladı.

Biraz bekledim, zira yapılmak istenileni anlamamıştım.

Savaşa girerken ne yaparsınız? Karşınızdakinin zayıf olduğuna inandığınız yerine öncelikle saldırırınız. Bu herif benim en güçlü olduğum yere saldırıyor ve bana devrimci hareket çapında savaş açıyordu.

Bu savaşı kazanması mümkün değildi. Hiç kimse de kaybetmesi kaçınılmaz olan bir savaşa girmeyeceğine göre, acaba görmediğim bir şey mi vardı?

Biraz düşündüm, bulamadım.

Savaş mı istiyorsun, sen savaşın ne olduğunu şimdi görürsün!

Herifin savaş taktiği son derece basitti: var gücüyle ve her türlü vasıtayı ve suçlamayı kullanarak saldırmak… Bu saldırı sonucu kısa sürede karşı tarafı çökertebilirse ne iyi, çökertemezse işi bitmiş durumdadır…

Başlangıçta izlediğim neredeyse tümüyle savunma politikasıydı. Ateş et evladım, ateş et… Cephane bitsin… Bak ondan sonra neler olacak…

Bu arada dikkatimi çeken, sadece eski HDÖ’lüler ve Acilciler arasında değil, genel olarak devrimci harekette de Mihrac Ural’a yönelik büyük bir nefretin olmasıydı.

Konuyla ilgilenmemiş olduğum için açıkçası biraz cahil kalmıştım.

Benim bilgim Muhabarat ajanlığı ile Ali Çakmaklı ve Müntecep Kesici’nin katledilmesinden ibaretti.

Mihrac Ural’a karşı büyük bir nefret ve bu nefret temelinde şekillenmiş büyük bir potansiyel vardı. İnsanları susturmak için her yöntemi kullanmış ve açıkçası bunda da başarılı olmuştu. Kimisine ajan demiş, kimisine polis demiş ve akla gelebilecek her türden suçlamayı yapmıştı.

25-30 yıl önce oligarşiden çekinmemiş olan Acilciler ve HDÖ’lüler bu pislikten çekiniyorlardı. Herif internetten pislik saçıyordu ve birçok kişi de internetin etki alanını fazlasıyla abarttığı için herifi bir şey zannediyordu.

19 yaşından beri sevdiğim bir söz vardır: “Bazı koşullarda bir kişinin tutumunda ısrar etmesi, çoğunluğu sağlamak için yeterlidir.”

Bazı koşullarda, buna dikkat etmek gerekir…

Sınırlarını göremediğim kadar geniş potansiyelin bulunduğu bir alandaydım. Potansiyelin eyleme dönüşmemesi için her türlü pis yöntem kullanılıyor. Tabii en başta da bana karşı kullanılıyordu. Eğer birkaç ay ayakta durur ve ek olarak da yavaş bile olsa saldırıyı geliştirirsem, bu iş bir yerlerden çatlayacaktı.

Nasıl olacaktı, bilmiyordum, ama bu kadar tepkinin olduğu yerde sessizliğin sürmesi de mümkün değildi.

Ayakta kal, gerileme ve yavaş yavaş ilerle…

Üstelik en güçlü olduğum alanda bana saldırmış ve büyük bir hızla kaybetmişti.

Kaybetmesi, sonuç alamamasından da görünüyordu.

Ve arkasından ardı arkası kesilmeyen dalgalar halinde gelen saldırı başladı.

Tehlikeyi daha önceden görmüştü ve her şeyi durdurmayı, yazılanların hepsinin karşılıklı olarak silinmesini talep etti. Başka bir isim kullanarak kendisi yazıyordu.

Reddettim!

Savaş başlamıştır ve bu savaş sen değil biz istediğimiz zaman biter.

Devrimci hareket çapındaki savaş neredeyse başlamadan bitmişti.

Bu alanda kazanacağım baştan beri belliydi ve nasıl belli olmasın…

Beni ilgilendiren değişik örgütlerin ön plandaki olan kadro durumundaki insanlarıydı. Dedikodudan başka işi olmayan, geçmişin mirasını bire bin katarak anlatmaktan başka iş de yapmayan ve kendini devrimci zanneden tiplerle işim yoktu. Onlar ne isterlerse düşünebilirlerdi ve onların da tıpkı sokak kabadayıları gibi üstün geleni tutacaklarını biliyordum.

Onları ikna etmeye çalışma… Önce karşındakini ezmeye başla, kazanacağın belli olsun, onlar zaten senden olurlar…

Olmayanın da canı cehenneme…

Bu yazılanlardan hareketle okur, 1982 sonrasında TKEP içinde de olmak üzere devrimci harekette bir sürü mücadeleye girdiğimi ve bunlardan çok şey öğrendiğimi anlamış olmalıdır. Almanya sosyalist hareketinde de internetin ne işe yaradığını ve yaramadığını öğrenmiştim.

İnternet var olanı en fazla yüzde 20 yukarı çıkarır ya da aşağıya indirir.

Var değil isen, sadece veya esas olarak internetle hiçbir şey yapamazsın.

Sadece gürültü yaparsın ve ona da kanmamak gerekir.

Mücadelenin ikinci aşaması eski Acilciler ve HDÖ’lüler üzerinde oldu.

Artık sayımız çoğalmıştı ve bu aşamayı da kazanacağımızı da biliyordum.

Mihrac Ural ilk aşamada feci şekilde yenilmiş olarak geliyordu ve ben de bu arada herifin ucuz savaş yöntemlerini iyice öğrenmiştim.

Hayret yani! Bu ucuz yöntemlerle 25 yıl boyunca örgütsel mirasın üzerinde tepinmiş, herkesi susturmuş ya da en fazla homurdanmalarını sağlamıştı.

Denilebilir ki, homurdanmanın ötesine ilk adım atanlar Özgür Medya’yı kuranlar olmuştu. Bunun ötesinde taraf olmak istemiyorlardı ve zaten olmalarını –en azından kendi açımdan- isteyen de yoktu.

Ne Acilcilerin ne de HDÖ’lülerin 30-35 yıl öncesi kişilerle pek ilgisi kalmamıştı.

Geçmişle güzel güzel yaşayıp gidiyorlar ve geçmişteki rezillikler ortaya saçıldıkça da bundan rahatsız oluyorlardı.

Evet, Acilciler’in göklere çıkarılacak özellikleri vardı, ama rezil yanları da vardı.

Geçmiş neredeyse tek sermayeleri olduğu için bunların açıkça ortaya dökülmesini de istemiyorlardı.

Acilciler’in büyük geçmişiyle iç içe geçmiş öylesine rezil bir başka geçmiş de vardı ki, sürece her yeni katılan işin bir başka yanını ortaya çıkarıyordu. Bu kadar büyük bir malzemeye sahip olacağımızı doğrusu düşünmemiştim.

Başlamıştık ve sonuna kadar da gidecektik…

Bu bölümün sonunda 1982 ayrılığı konusuna yeniden eğileyim:

Sosyalist harekette 40 yılı geride bıraktım ve bunun sadece 8 yılı ya da yüzde 20’si Acilciler içindedir (1974-82). Bu uzun tarihin Acilciler’den öncesi ve sonrası da vardır.

Önemli bir adım atarsınız, size doğru gibi gelir ama aradan uzun zaman geçtikten sonra yanlış olduğu ortaya çıkar veya tersi…

1982 yılında ayrıldığım için beni eleştiren arkadaşlar daha sonra düşüncelerini değiştirdiler ve “Örgütün bu kadar kirlendiğini bilmiyorduk. Bu pislik içinde durulmazdı” dediler.

1982’de ayrılmasaydım, artık ayyuka çıkmaya başlayan pisliğe, Muhabarat ile iç içeliğe, örgüt içi infazlara da kaçınılmaz olarak meşruluk kazandıracaktım. Bunlara karşı çıksam bile meşruluk kazandıracaktım, çünkü sonuçta örgütte duruyordum.

Benim örgütte durmam önemliydi, zira Mihrac’ı kimse ciddiye almıyordu. Bunu 1981 yılında başka siyasetlerle yapılan görüşmelerde bile görmek mümkündü.

1982 ayrılığı, örgüt için sonun başlangıcı oldu ve can çekişme sürecine girildi.

Bu kadar pisliğe batmış ve hızla daha da fazla batan bir örgütün savunulacak yanı yoktu.

Bu nedenle, aradan 29 yıl geçtikten sonra, doğru bir adım atmış olduğumu bir kere daha anlıyorum diyebilirim.

Gelecek yazıda bu mücadelenin aşamalarını anlatacağım.

Bazı arkadaşlardan mücadele süreciyle ilgili değişik eleştiriler geliyor.

Olabilir, eleştiriye açık ve her eleştiriyi dinleyen birisiyim. Doğru bulduğum eleştiri olur, kabul etmediğim eleştiri de olur.

Sadece şunu belirtmek gerek: Neredeyse üç yıldır süren ve herkesin de gördüğü gibi büyük bir başarıya ulaşan bir mücadele yaşandı. Bu sitede yaklaşık 20 kişi yazı yazdı ve Mihrac Ural adlı hainin ihanetlerini değişik yönlerden açıkladı.

Bazı arkadaşlar, kendilerine göre bazı gerekçelere sahip olarak, ısrarla bu mücadeleye katılmadılar, geri durdular.

Kendileri Mihraccı değillerdi, ama homurdanmanın ötesinde bir tavra da girmiyorlar, açık tutum almaktan ısrarla geri duruyorlardı.

Nedenini anlamak zor değil…

Örgütün geçmişiyle övünüyorlardı. O geçmişte yaptıklarıyla övünüyorlardı. Ve bundan ötesi de yoktu.

Yer aldıkları o geçmişle övünmek doğal haklarıdır.

O geçmişin kirli yanlarının ortaya çıkarılmasından ise hoşlanmıyorlardı.

Bunu da –kabul etmemekle birlikte- anlamak mümkün…

Bir nokta daha vardı ve Mihrac Ural’ın bu kadar insanı bu kadar yıl susturabilmesinin de asıl nedeniydi:

Herif diyordu ki:

“O şanlı geçmişin ön planındaki kişi benim. Her şey benim isteğim ve direktifimle yapılmıştır. Bunu kabul et, o geçmişte yer al. Etmezsen ve hele de bana karşı çıkarsan, geçmişinle ilgili olarak bir sürü şey ortaya atarım. Geçmişin falan kalmaz…”

İşte Mihrac Ural’a karşı olan birçok insanın sessizliğe gömülmesini sağlayan da buydu.

Elimde bir tek bu geçmiş var. Sesimi çıkarırsam, Mihrac Ural bunu da rezil eder. İyisi mi susayım…

Üç yıldır verilen mücadelenin kırdıklarından birisi de budur: bu herif hiçbir şey yapamaz. Yapabilseydi, bana yapardı. Hiçbir şey yapamadı.

Gelecek yazı yayınlanmadan önce, bugüne kadar kenarda durmayı seçmiş arkadaşlarımızın düşünmesi gereken bir konu vardır:

Eleştiriye tamam, ama önce aynaya bakın ve neden bunca yıl sessiz kaldığınızın hesabını kendi kendinize verin.

Sanırım hiç biriniz mücadelenin sadece internet ortamında sürdüğünü düşünmüyorsunuz.

Burası mücadelenin görünen yanıdır. Bir de bu işin büyük bir arka planı var. Hemen her alanda mücadeleye girdik, bazılarında neredeyse gırtlak gırtlağa savaştık ve hepsini kazandık.

Savaşanlar, izleyicilere fikir sormadılar, doğru. Ve neden sorsunlar!


Sürecek…


Engin Erkiner - Acilciler’in öteki yüzü (2)



ENGİN ERKİNER - YUSUF ZİYA GÜNEŞ


Beylerderesi’nde İlker Akman ve Hasan Basri Temizalp ile birlikte öldürülen Yusuf Ziya Güneş de aynı okuldan, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ndenmiş.


Böyle yazmamın nedeni, kendisini tanımadığım içindir.


Ankara büyük kentti, ODTÜ büyük okuldu ve biz de birbirini tanımaması gerekenlerin karşılaşmaması için özellikle dikkat ederdik.


Küçük kentlerde ve kasabalarda bütün devrimciler birbirini tanır, herkes ötekinin ne olduğunu bilirdi. Ankara’da böyle bir durum söz konusu değildi. Hem kent büyüktü hem de biz dikkat ederdik.


ODTÜ, o yıllarda kent dışında bir üniversite olduğu için örneğin Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin ODTÜ’lüleri tanıması da zordu.


ODTÜ içinde bile çok kişi birbirini tanımazdı. Okulun başlangıcında yer alan Hazırlık Okulu’ndan öteki uçtaki Mühendislik Fakültesi’ne sıkı bir yürüyüşle 45-50 dakikada varabilirdiniz. Okulun içinde bu nedenle otobüsler çalışırdı.


Yusuf Ziya’yı tanımadığım için İlker’in mi yoksa Hasan Basri’nin mi onunla ilişki geliştirdiğini de bilmiyorum.


Bildiğim, daha doğrusu geçen yıl öğrendiğim ise, cenaze törenidir.


İlker Akman, Ankara Karşıyaka mezarlığına gömüldü. Toprağa verilirken üç kişi (annesi, ablası, ben) ve çok sayıda polis vardı.


Hasan Basri’nin nasıl toprağa verildiğini bilmiyorum.


Yusuf Ziya Güneş ise Samsun Çarşamba’da büyük bir mitingle toprağa veriliyor.


Mitingin düzenlenmesinde Kurtuluşçular ön planda ama çevreden gelen bütün devrimciler mitinge katılıyorlar.


Oldukça kalabalık olan mitingde Karadeniz Dev Genç Başkanı İrfan da bir konuşma yapıyor.


“Bunca yıl sonra bunu nasıl öğrendin?” diye sorarsanız, şöyle:


Yüksel Eriş’in Trabzon’da yaralı durumda hastaneden kaçırılmasını Kurtuluşçu arkadaşlar gerçekleştiriyor.


Buradan hareketle biraz sorunca, ODTÜ’den arkadaşım İrfan’ın 1976’da Karadeniz Dev Genç Başkanı olduğunu ve Yusuf Ziya Güneş’in cenaze töreninde konuşma yaptığını öğrendim. Çok fazla törende konuştuğu için orada ne söylediğini tam olarak hatırlayamıyor, ama tahmin etmek zor değildir.


Sosyalist hareketin işte böyle özellikleri de vardır.


Güzel bir olay…


“İkinci Kızıldere” olarak da anılan Beylerderesi’nde öldürülen yoldaşlardan birisi toprağa verilirken O’na herkes sahip çıkıyor.


Kısa süre sonra İlker için Ankara’da Devrimci Gençlik taraftarlarınca çıkarılan söylentilerin (İlker şizofreniydi!) tersi bir durum…


Nedendir bilmem, Kurtuluşçular ile aramız hep iyi odu.


Düşünce olarak farklıydık, ama bu durum aramızın gergin olmasını gerektirmiyordu.


1979’da Kurtuluş ile Devrimci Yol’un tartışmaları iyice kızıştığında, bizi örnek olarak gösterip, “Ya Kurtuluşçu olun ya da Acilci” derlerdi.


Dediğim gibi, düşüncelerimiz ayrıydı, ama biz savunduğumuzu yapıyorduk.


Ciddiyet denilen şey de budur zaten: bir görüşü savunuyorsan, yapacaksın.


Yapmıyorsan, neyi savunduğun da önemli değildir, çünkü ciddi değilsin…



Engin Erkiner - Yusuf Ziya Güneş




İlker Akman (1)

Engin Erkiner



Bu yıl Beylerderesi’nin 35. yılı…


Hasan Basri Temizalp’i ve anlattım ve bildiğim kadarıyla ilk kez anlatılıyor.


Yusuf Ziya Güneş’i tanımazdım, hakkında bildiğim kadarını anlattım.


Arada bir noktayı atlamışım:


Yusuf Ziya Güneş kitlesel bir mitingle toprağa verildi, demiştim.


Katılım yaklaşık 15 bin kişi…


Geldik ayrıntılı anlatacağım kişiye…


İlker ile tanıştıktan sonra zaman içinde artan oranda yoğun bir ilişkimiz oldu.


İkimiz de Ankara’da idik. Bu durum görüşmeyi kolaylaştıran nedenlerin başında gelir.


Aynı okuldan olmamızın sık görüşmemizde rolü olduğunu sanmıyorum, sonuçta üniversitede tanışmamıştık.


Legal alanda ikimiz de benzer yerlerde çalışıyorduk.


Ben yeni kurduğumuz Kimyagerler Derneği başkanıydım ve oda kurma çalışması nedeniyle sık sık Mühendis Odalarına giderdim.


İlker, üniversiteyi bitirdikten sonra TMMOB’de (Türkiye Mimar Mühendis Odaları Birliği) çalışmaya başlamıştı.


Bunun da sık görüşmemizi gerektiren bir neden olduğunu sanmıyorum, zira benim bu alandaki işim yoğun değildi. Zaten derneğin ilk yılı bitir bitmez başkanlığı da başkasına devretmiştim.


İkimiz de teoriyi seven ve okuyan insanlardık.


Bazen haftanın yedi günü İlker’in evinde olduğumu, akşam yemeğini birlikte yediğimizi, saatlerce konuştuğumuzu, erkek kardeşiyle satranç oynadığımı hatırlıyorum.


Üç kardeş Emek Mahallesi’nde kiralık bir evde kalıyorlardı. Giriş katındaki bir daireydi.


Ablası Ortaokulda Fen Bilgisi öğretmeniydi. Galiba altı yıldır öğretmenlik yapıyordu.


Balıkesir’de Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiş, sonra beş yıl Sındırgı’da öğretmenlik yapmış, oradan Ankara’ya tayin olmuştu.


Erkek kardeşi ODTÜ Elektrik Mühendisliği bölümünde okuyordu.


Babası Balıkesir’de idi ve çimento fabrikasında memur olarak çalışıyordu. Annesi ev kadınıydı.


Baba tarafının Girit göçmeni olduğunu biliyorum.


Amca tarafı, dediklerine göre son derece gericiydi ve görüşmüyorlardı.


Bu ilk bilgilerden sonra nasıl devam edeyim diye düşündüm.


Olaylar kronolojik sırayla anlatılabilir, ama bunun yerine konuya göre ayırmak daha iyi olur diye düşündüm.


Teorik konularımız, 1975 yılı yaz ayında ben askerde iken Ankara’da çıkan sorun, Yurt Dışı grubuyla ilişkiler, eylemler için gidiş, İlker hakkında çıkarılan söylentilerin kaynakları…


Böyle bir ayrım daha iyi olur düşüncesindeyim.


Sanırım üç ya da dört bölümde yazı tamamlanır.


Teorik konulardan başlayayım…


İkimizin de teorik konulara büyük ilgisi olmakla birlikte, alanlarımız ayrıydı.


İlker felsefeyi severdi, ben sevmezdim.


Felsefe derken, “saf” anlamda felsefeyi kastediyorum.


Örneğin Felsefenin Temel İlkeleri’ni kaç kere sonuna kadar okumaya niyetlenmiş, başaramamıştım.


Tarih, ekonomi, politika, gerilla savaşı, roman; aklınıza ne gelirse iyi bir okuyucuydum, sadece felsefe olunca içimi sıkıntı basardı.


İlker de iyi bir felsefe okuruydu.


Rastlantı ama alanların böyle ayrılması isabet olmuş.


İkimiz de aynı üniversitendik ve eğitim dili de İngilizce idi ama benim dilim epeyce iyiydi.


Normalde teknik bölümleri okuyanlar iyi İngilizce bilmezler. Teknik dil kısıtlıdır. İngilizcenin politik ve ekonomik terimleri ise apayrıdır. Bu konularda sürekli kitap okumazsanız, öğrenemezsiniz.


O yıllarda İngilizceyi Türkçe kadar hızlı okurdum.


Hele de Troçki’nin History of the Russian Revolution (Rus Devrim Tarihi) bitirmiştim ki, (büyük boy, yaklaşık bin sayfa), İngilizcem de acayip gelişmişti.


Rus Devriminden Çıkan Dersler’i yazıp bitirmiştim, teksirle basmıştık ve ilişkilerimize dağıtıyorduk.


Bu arada çok sayıda teksirle basılmış ve el altından dağıtılan yayın çıkıyordu.


1974 affıyla birlikte çok kişi hapisten çıkmıştı ve her gruplaşma kendi geçmiş değerlendirmesini kaleme alıyordu.


Geçmiş değerlendirmesi içerik olarak THKO ve THKP-C değerlendirmesiydi.


Legal ve legal olmayan her çeşit yayına ulaşıyordum.


1974 ortalarında ayrı bir örgüt olmaya karar verdiğimizde, teorik sorun da bütün haşmetiyle üzerimize çökmüştü.


Bizi karakterize edebilecek, görüşlerimizi ortaya koyduğumuz bir yayın gerekliydi.


Kesintisiz Devrim I-II-III’ü dağıtmakla yetinemezdik. Çok sayıda eleştiri vardı ve bu eleştirilere cevap verilmesi gerekiyordu.


Bir bölüm THKP-C izleyicisi “onlar revizyonisttir” deyip geçiyordu, ama bunun iyi bir yol olduğu düşünülemezdi.


Konuların kendiliğinden ayrılması gibi kendiliğinden de bir iş bölümü oldu.


İlker felsefe ve güncel görevler konusunda yoğunlaşmıştı.


Yüksel, devrimde sanatın rolü konusuyla özellikle ilgiliydi.


Ekonomi ve gerilla savaşları tarihi de bana kalıyordu.


1974 yazında yüksek lisans diplomasını alır almaz neredeyse eve kapandım diyebilirim. Başlarken ekonomi bilgim Nikitin’in Ekonomi Politik kitabındaki bilgilerden ötede değildi. Ama özellikle TSİP’lilerin çıkardığı İlke dergisinde Mahir’e yönelik bunalım dönemleriyle ilgili eleştiriye cevap verilmesi gerekiyordu. Bu konu, temel bir konuydu.


Neyse ki, o yıllarda fazla gelişmemiş olsa bile, sistematik düşünme özelliğim vardı.


Mahir bunalım dönemleri teorisini nereden öğrenmişti, SSCB Bilimler Akademisi kitaplarından… Demek ki, buradan başlamak gerekiyordu.


Okur, kafamda teorik kurar, sonra da Necati ve İlker ile ayrı ayrı uzun uzun tartışırdım.


“Sen iyi sardın bu konuya” derdi gülerek…


1975 yılı başında Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nın ilk bölümü bitti.


Bu bölümün sonunda 4. Bunalım Dönemi de vardı.


Hem Necati hem İlker’in itirazı üzerine bu ismi kullanmadım, ama içerik aynı kaldı.



İçeriğe itiraz yoktu, ama spekülasyon olur düşüncesiyle 4. bunalım dönemi denilmesine karşı çıkıyorlardı.


“Daha üçüncü bunalım dönemi anlaşılmamış, başımıza dördüncüsünü çıkarıyorsun!”


1975 yılının ilk aylarında İlker de, daha sonra Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz adını alacak yazı için çalışmaya başlamıştı. Bana uzun uzun diyalektiğin yasalarını anlatmayı denedi. Bu yasaları ben de biliyordum ama yasaların yorumlarını dinlemek bana zor geliyordu. Ne yapayım, ilgimi hiç çekmeyen bir konu…


Hele suni dengenin diyalektik olarak açıklanması meselesi vardı ki, anlamak için büyük çaba harcamam gerekmişti.


Sonraki aylarda, broşürün güncel durumla ilgili ikinci bölümünde çok rahat konuşabiliyorduk.


Normal, herkes her konuyu kolay anlamıyor.


Nasıl benim bunalım dönemlerini birbirinden ayıran kriterler konusundaki uzun açıklamalarımı sabırla dinliyorsa, ben de diyalektik konusunu sabırla dinliyordum.


Şimdi düşünüyorum da, TDAS’ın ikinci bölümünde gerilla savaşı üzerine bu kadar yazmak yerine, zamanımın yarısını ülke tarihinin incelenmesine ayırsam daha iyi yaparmışım. Bu konuda bilgim de fena sayılmazdı üstelik.


Gerçi içinde bulunulan bunalım döneminin özelliklerinden hareketle bu konuda epeyce saptama yapabiliyordum ama bu konuyu daha ayrıntılı ele alsam daha iyi olurmuş.


Teorik konularda şöyle bir açmazımız da vardı: esasa ilişkin eleştiri getiren hiç kimse yoktu. Kendi aramızda tartıştığımızda da yoktu. Ben felsefe konusunda esasa ilişkin eleştiri getiremezdim. Kimse de emperyalizm tarihi ve sonuçları konusunda bana eleştiri getiremiyordu.


Terminolojik kullanımlara itirazlar oluyordu ama bunlar esasa ilişkin değildi.


Yüksel ile tartışma olmazdı. Ankara’ya geldiği günlerde yazılanları okur ve “tamam” derdi.


Şimdi düşünüyorum da, o yıllarda devrimci harekette teori konusunda oldukça yalnız insanlardık. Birbirimizden başka konuşabileceğimiz insan yoktu denilebilir.


1974-75’de devrimci harekette çıkan bütün legal dergileri ve kitapları okudum. Yasadışı yayınların neredeyse tamamına ulaştım.


Biz farklıydık, burası çok açık…


Emperyalizm tahlili konusunda TDAS kadar yetkin bir yapıt yayınlanmadı.


Bunalım dönemleri hangi kıstaslara göre ayrılır konusunda başka kafa yoran yoktu.


Keza o dönem, güncel politikayla felsefi analizi birleştiren, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz dışında tek yapıt yoktur.



MHP’nin kitle pasifikasyonu ve suni dengeyi sürdürmekteki yeni rolünü ilk açıklayan da İlker’dir.


Bu ülkenin devrimci hareketinde aptallık, saçma sapanlık bitmez…


Ankara’da o zamanlar adımız “X Grubu” idi.


Belirtmeye bile gerek yok, adı takan da Devrimci Gençlik çevresiydi.


Derken bir gün “XY” diye bir grup duyduk.


Kim olacak, tabii ki bizdik.


Adımız artık koordinatları belirtilerek veriliyordu!


Daha sonraki aptallık hiç komik değildir.


İlerde İlker’e hangi çevreden “şizofren” yakıştırmasının yapıldığını ve bunun nasıl yayıldığını anlatacağım.


Burada mesele şu: bir yakıştırma yapıyorlar, ama bunun ne anlama geldiğini bilmiyorlar…


Şizofren ne demek, sorsan bilmezlerdi.


Şizofrenik olmanın belirtileri nelerdir ve bunlardan hangileri İlker’de görülmüştür? diye sorsan, aptal aptal yüzüne bakarlar.


Bu ülkede bir şey yapacaksan, kimin ne dediğine aldırmayacaksın…


Yazının bu bölümünü bitirirken İlker’e eğlenceli başka bir konudan söz etmek gerek…


“İlker, bu TDAS’ı kim yazmıştı birader?”


Broşür, bildiğin gibi değil, kıymete bindi.


Adını verdiği örgüt çoktan tarihe karıştı, sen öleli 35, Yüksel öleli 34 yıl oldu, ama devrimci hareket o kadar kötü durumda ki, üzerinizden geçinmeye çalışanlar var.


TDAS’ı Yüksel yazmış, duydun mu!


Vallaha itirazım yok…


İtirazım yok da, benim itirazımın olmaması böyle diyenlerin salaklıklarını ortadan kaldırmıyor.


Aynı sana şizofren dedikleri gibi…


İnsan bir şeyi uydurur ama kitabına uydurarak uydurmalı, değil mi…


http://thkp-c-acilciler-tarih.blogspot.com 'a gidiyorsun.


Orada TDAS ’ın tam metni var.


Her bölümün sonunda alıntı yapılan kitapların adları ve alıntıların sayfaları yer alıyor.


Kaynakların çoğu İngilizce…


Yani TDAS’ı yazan iyi İngilizce biliyormuş.


“Yes, No, I love you” İngilizcesi değil; politik bir metni İngilizce okuyup Türkçe ifade edebilecek kadar biliyormuş.


Yüksel Eriş İngilizce bilir miydi?


Hayır, bilmezdi.


Gazi Eğitim Müzik Bölümü’nde okuyan bir kişi neden iyi İngilizce bilsin ve dahası bu düzeyde İngilizceyi eğitim görmeden nasıl öğrenecek?


Efendim, anlamadım, devrimci hareketin ekseriyeti böyle mi biliyormuş…


Hiç sanmıyorum, ama diyelim ki öyledir, buradan devrimci hareketin ekseriyetinin salak olduğu sonucu çıkar.


Sana şizofren diyenlerin bu kelimenin anlamını bilmemeleri gibi, yukardaki iddia sahipleri de İngilizce bilmiyorlar anlaşılan…


İngilizce kitap adlarını Türkçe sanmışlardır...


Ama bu durum bir şeyi gösteriyor:


Üçümüz bu örgütü kuralı tam 37 yıl oldu…


Bu örgüt 1988’de tarihe karıştı.


Ama devrimci hareketin tarihine öyle bir damga vurmuş ki, aradan bu kadar yıl geçtikten sonra bile, hala ismini, şu veya bu kişiyi kullanma ümidi taşıyanlar var…


Avuçlarını yalarlar, orası ayrı…


Ama bu umut bile bir göstergedir, değil mi…



Sürecek…


Engin Erkiner




Engin Erkiner - Mihrac Ural Küba'da...

Bu başlık da nereden çıktı diye sormayın, birazdan öğreneceksiniz.

Önce bir fıkra anlatayım.

Fıkranın başlığı, John Küba’da!

Dışişleri Bakanlığı John Küba’da konulu bir tablo yaptırmak istemiş. Bakan müsteşara böyle bir tablo yapılması için görev vermiş. Müsteşar da tanıdığı Temel adlı ressama gitmiş ve ne istediklerini söylemiş.

Temel, tamam, demiş ve bir süre sonra tabloyu yapıp getirmiş.

Müsteşar tabloyu beğenmemiş.

Bu nedir böyle, demiş.

Yatakta bir kadın ve erkek…

Kim bu kadın?

John’un karısı…

Bu adam kim?

John’un uşağı…

Peki John nerede?

John Küba’da…

Sizi bilmem, bu fıkrayı okuduğum zaman acayip güldüm.

Eğer fıkrayı değişik bir açıdan yorumlarsanız, ressam şu mesajı veriyor:

Bir şey yaparsınız, ama bambaşka sonuçlara yol açar…

Ya da karşı tarafı vurmak için bir iddia atarsınız, iddia döner sizi vurur.

Başlığı bu nedenle Mihrac Ural Küba’da diye koydum.

Herif Küba’dan hiç ayrılmıyor zaten, sürekli orada…

Sürekli sille yiyor, ama ayrılmıyor ya da ayrılamıyor.

Aktuel iki silleye bakalım…

Demişti ki; TDAS’ı Yüksel yazdı…

Ben de diyorum ki, bu herif TDAS’ı okumamış…

Acilciler’in teorisyeni geçinen Mihrac Ural soytarısı TDAS’ı okumamış…

Zamanında kıyısından köşesinden bakmışsa bile, unutmuş…

TDAS’ı okuyan biri, çok sayıda İngilizce referansı görür ve bir iddiada bulunacağı zaman da “Acaba Yüksel İngilizce biliyor muydu?” diye kendi kendine sorar.

Mihrac Ural sormayabilir, zira kafası o kadar çalışmıyor.

Herkesi de kendisi gibi aptal sanıyor…

İkinci konu daha da aktüel…

Efendim, ben İlker’in ablasıyla evliydim.

Mihrac Ural, 26 Ocak 1976’nın hemen ardından kadının boşanmak için dava açtığını ve bu davanın altı yıl sürdüğünü iddia ediyordu son yazısında…

Beni İlker’i ihbar etmekle itham eden kadın hemen boşanma davası açmışmış…

Çüş, diyeceğim, başka ne diyeyim…

Önceki iki yazımda da boşanma davası için başvuru ve karar tarihlerini yazmıştım:

Başvuru tarihi: 20.12.1982 ya da Beylerderesi’den neredeyse yedi yıl sonra…

Boşanma tarihi: 1.11.1983.

Yani dava bir yıl bile sürmemiş...

Yoksa sen çıkarma yapmasını da mı bilmiyorsun Mihrac...

Elimde kapı gibi boşanma belgesi var…

Haydi aksini iddia etsene…

Edemiyorsan, o belgeyi adama işte böyle yedirirler…

Önceki bir yazımda, Mihrac Ural sadece devrimcilerin katili, Muhabarat ajanı, MİT işbirlikçisi ve örgüt parasının hırsızı değildir, o aynı zamanda puşttur, demiştim.

Herkesin onuru var, gururu var. Herkes senin gibi puştun teki değil…

Azıcık onuru olan bir insan, evli olduğu bir başkasını ağır şekilde suçlayıp, ardından da neredeyse yedi yıl onunla evli kalmaz.

Senin karakterindeki insana ancak puşt denir.

Bir arkadaş bu deyimi hafif bulmuş.

Diyor ki,

“Sen de Adanalısın, bilmen lazım. Bizim orda bu karakterdekiler için ..tveren denir.”

Mihrac Ural işte budur…

Mihrac Ural Küba’da…


Engin Erkiner - Mihrac Ural Küba'da...




Engin Erkiner - Yüksel Eriş blogu

Cahit Çelik’in Yüksel Eriş blogundaki yazıların taşınmasıyla ilgili yazısını aynen yayınladım.

Eklenebilecek tek cümle var, taşınması biraz zaman alacak, zira şu günlerde fazlasıyla doluyum. Yapacağız…

Yüksel Eriş, böylece, http://thkp-c-acilciler-tarih sayfasında yerini alacak.

Normal olarak, 1974’te ya da 37 yıl önce bir örgütün üç kurucusundan birisi olan, 34 yıl önce de hayatını kaybeden (şehit oldu! gibi Yüksel’e hiç yakışmayan bir deyim kullanmıyorum) bir insan sadece anılır.

Ama bazı tipler o kadar düşmüşler ki, 34 yıl önce hayatını kaybeden bir sosyalistten, bugünkü durumlarını kurtarmak için medet umuyorlar.

Olmuyor tabii ki!

Başta Mihrac Ural geliyor…

Kendisi o kadar diplere düştü ki, Yüksel Eriş bile kurtaramaz…

Bu örgütün 12 Eylül 1980 öncesi tarihinde Mihrac Ural’ın kayda değer bir yeri yoktur.

Ne teorik ne de pratik olarak kayda değer hiçbir şey yapmamıştır.

Antakya’dan başlayan izleme sonucu yakalanmamız üzerine meydanı boş bulunca, Muhabarat’ın da iteklemesiyle yürümüştür.

Durum bundan ibarettir!

Bu gerçek, değişik veçheleriyle öylesine ortaya çıkarıldı ki, hiç kimse onu bu örgütün tarihi içinde yüceltemez.

Çevresindeki birkaç tipin de neye inandığı hiç önemli değildir.

Yüksel Eriş blogunun, 34 yıl önce hayatını kaybetmiş bir sosyalistle ilgili yazıların bu kadar olay olmasının nedeni, Yüksel’in adı üzerinden nemalanma gayreti içine giren tipler sayesindedir.

Resmen aptal bunlar, başka bir şey söyleyemiyorum!

Üç yıl öncesine göre güçler dengesinin bir hayli değiştiğini, tarihimizdeki bütün numaralarının ortaya çıkarıldığını bile düşünemiyorlar.

Bu tipleri Yüksel Eriş bile kurtaramazdı, nitekim kurtaramadı da…

Yüksel Eriş’in gerçek arkadaşlarına teşekkürü borç bilirim…


Engin Erkiner - Yüksel Eriş blogu




Abdullah Öcalan - THKP-C (Acİlcİler) 1. Kongresİ Açılış konuşması - 1986

"Değerli Yoldaşlar,


Değerli THKP-C Acilciler 1. Kongre delegeleri ve değerli misafirler. Sözlerime başlamadan önce içten selamlarımı sunar, böylesine değerli ve bir çok oluşuma yol açacağına kesinlikle inandığım 1. Kongrenizde bulunma imkanına kavuştuğum için siz yoldaşlarıma şükranlarımı iletiyorum.


Sizlere, partimiz PKK´nın kısmi de olsa ayağa kaldırdığı halkımızın mücadele selamlarını iletiyorum. Tarihinden gelen ve günümüzde, özellikle 1980 sonrasında son derece vahşi ve barbarca bir saldırıyla üzerimize gelen, başta sizler ve bizler olmak üzere vahşi hayvanlara özgü kudurganlıkla saldırarak çoğumuzu, zindanlarda görülmemiş iğrenç işkencelerden geçiren faşist TC´nin saldırıları altında böylesine görkemli bir ortamda kavuşmamız hiçbir kişisel, ulusal, hatta sınıfsal basit çıkar endişesine kapılmadan, yeninin doğuşunu tartışmamız, yeniyi doğuracak pek çok kararlara ulaşmanız sizin gibi. bizleri de son derece mutlu ediyor.


Sizlerin, hareketinizin, soylu bir geçmişe ve başkaldırışa sahip olduğunu bilmeyen yoktur. O günkü amansız zorluklar ne olursa olsun bu soylu başkaldırışın önderlerinden bizzat konuşmalarına tanık olduğum Mahir Çayan yoldaşın, milliyetçilik ve ulusal sorun konusunda söyledikleri sözler çağdaş Türkiye halk hareketlerinin temeli olacak derinliktedir. Hareketinizin bu çıkışı da, zaten bunu kanıtlar. Ve bizim de çıkışımız bunu kanıtlar.


Evet, daha sonra yine sizlerin önder yoldaşlarınızın soylu çıkışları vardır. Belirtmek gerekir. Şahsen tanıma imkanı bulduğum Yüksel Eriş yoldaşın candan, son derece insani yoldaşlığını asla unutmayacağım. 12 Mart´tan sonra, birlikte uzun bir süre aynı odada, uzun ve son derece candan, samimi tartışmalarımız oldu. Son derece enternasyonalist bir özü onda da bulduğumu belirteyim. Bu yoldaşa karşı, bu bir görevdir. Bunu belirtmek görevdir. Ve bu yoldaşlar, çıkışımızın temel cesaret kaynaklarıdır. Onlardan aldığımız cesaret, son derece yüreklendiriciydi. Ulusal sorunda da öyleydi, faşizme karşı soylu çıkışta da öyleydi. Belki onlar görmedi ama, bazı tartışmalara sizlerden de arkadaşlar katıldı. Birçok tartışmada bazılarının tasfiyecilik eğilimlerine karşı biz, sonuna kadar bu direnişçilerin anısını dayattık. Onlar her ne kadar bugün aramızda yoksa da, onların anısının böyle oynanacak anılar olmayacağını söyledik, kabul edeceksiniz dedik (....). Nitekim oralardaki ısrarlarımız, bizleri bu noktaya kadar getirdi..."



http://acilciler-thkpc.blogspot.com/2010/01/159dosya-baskan-ocalan-ve-yuksel-eris.html








Günay Karaca ve 81 Arkadaşı >>

İskender Şenol >>

Yüksel Eriş >>

Çitil Çocuk >>

Cahit Çelik >>


CAHİT ÇELİK ➔ GSM-Tel: +90 542 216 1357

taylancahitcelik@gmail.com

Ararsan beni cepten ara. Cevap yoksa, SMS yolla.

















Copyright © Cahit Çelik, 2010. Basit teması. Blogger tarafından desteklenmektedir.

© Bu blog içeriğinde yayımlanan yazılar ve çizimler telif hakları yasasıyla koruma altındadır.

Kaynak belirtmek ve canlı link vermek şartıyla kamu yararına kullanıma açıktır.